HABER

4+4+4'ün iptal isteminin ret gerekçesi

4+4+4'ün bazı hükümlerinin iptal istemini reddeden Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararı, Resmi Gazete'de yayımlandı.

ANKARA (A.A) - CHP, kanunun bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesinde dava açmış, Yüksek Mahkeme, iptal istemlerini reddetmişti.

Anayasa Mahkemesinin gerekçesinde, "Kur'an-ı Kerim" ve "Hz. Peygamberimizin Hayatı" derslerinin, ortaokul ve liselerde isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmasını öngören kuralın iptalinin istendiği hatırlatıldı.

Dava dilekçesinde, kuralın, İslam dini ile devlet arasında aidiyet ilişkisi kurduğu, devletin tüm dinler karşısında eşit mesafede durmasını engelleyeceği, bu dersleri seçmeyecek öğrencileri dolaylı da olsa inançlarını açıklamaya zorlayacağı ayrıca, ikili bir eğitime yol açacağı, dolayısıyla kuralla, Anayasada korunan laiklik ve eşitlik ilkeleri ile din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiğinin öne sürüldüğü belirtildi.

Laikliğin Türkiye'de, 1937 yılından itibaren anayasalarda yer alan temel ilkelerden biri olduğuna işaret edilen gerekçede, bu kavramı tanımlarken ve unsurlarını ortaya koyarken, "sistematik yorum yöntemi kullanmak suretiyle Anayasanın konuya ilişkin tüm hükümlerini bütüncül bir yaklaşımla değerlendirmek gerektiği"ne işaret edildi.

Laiklik kavramının, Anayasanın başlangıcı ile 2, 13, 14, 68, 81, 103, 136. ve 174. maddelerinde yer aldığı, bu maddelerde laikliğin, devletin dini inançlar karşısındaki konumunu belirleyen siyasal bir ilke olarak düzenlendiği vurgulanan gerekçede, laikliğin, bireyin ya da toplumun değil, devletin bir niteliği olduğu belirtildi.

-Laikliğin iki farklı yorumu-

Laikliğin tarihsel gelişimi incelendiğinde, din olgusuna yönelik yaklaşım farklılıklarına bağlı olarak kavramın iki farklı yorumu ve uygulamasının görüldüğü ifade edilen gerekçede bunlardan, katı laiklik anlayışına göre dinin, "bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgu" olduğu kaydedildi.

Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumunun ise "dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu" tespitinden yola çıktığı belirtilen gerekçede, bu laiklik anlayışının ise dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmediği, onu bireysel ve kolektif kimliğin önemli bir unsuru olarak gördüğü, toplumsal görünürlüğüne imkan tanıdığı bildirildi.

Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzının, devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altında bulunuğu kaydedilen gerekçede, bu anlamda laiklik ilkesinin, din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olduğu vurgulandı. Yüksek Mahkemenin gerekçesinde, şunlar kaydedildi:

"Dinler ve inançlar, mensuplarının yaşam biçimlerini, kimliklerini ve diğer insanlarla ilişkilerini etkiler. Din ve inanç yönünden toplumların çeşitlilik arzettiği, toplumda farklı dinlerin, inançların ya da inançsızlıkların bulunduğu da tarihsel ve sosyolojik bir gerçekliktir. Bu nedenle, demokratik ve laik devletin temel amaçlarından biri, toplumsal çeşitliliği koruyarak, bireylerin sahip oldukları inançlarıyla barış içinde bir arada yaşayabilecekleri siyasal düzenleri inşa etmektir.

Laiklik, devletin din ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayan, devletin din ve inançlar karşısındaki hukuki konumunu, görev ve yetkileri ile sınırlarını belirleyen anayasal bir ilkedir. Laik devlet, resmi bir dine sahip olmayan, din ve inançlar karşısında eşit mesafede duran, bireylerin dini inançlarını barış içerisinde serbestçe öğrenebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir hukuki düzeni tesis eden, din ve vicdan hürriyetini güvence altına alan devlettir. Devletle dinin ayrılığı, din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olmanın yanında, dinin siyasi müdahalelerden korunması ve bağımsızlığını sürdürmesi için de gereklidir."

-"Laiklik dinsizlik anlamına gelmez"-

Gerekçede, farklı dini inançlara sahip olanlar ya da herhangi bir inanca sahip olmayanların laik devletin koruması altında bulunduğu, Anayasanın 2. maddesinin gerekçesinde yapılan tanıma göre, "hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laikliğin, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına geldiği" kaydedildi.

Devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşebileceği ortamı hazırlamak için gerekli önlemleri almak zorunda olduğuna işaret edilen gerekçede, şu tespitler yapıldı:

"Bu anlamda laiklik, devlete negatif ve pozitif yükümlülükler yüklemektedir. Negatif yükümlülük, devletin bir dini ya da inancı resmi olarak benimsememesini ve bireylerin din ve vicdan hürriyetine zorunlu nedenler olmadıkça müdahale etmemesini gerektirmektedir. Pozitif yükümlülük ise devletin, din ve vicdan hürriyetinin önündeki engelleri kaldırması, kişilerin inandıkları gibi yaşayabileceği uygun bir ortamı ve bunun için gerekli imkânları sağlaması ödevini beraberinde getirmektedir."

Laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğün kaynağının, Anayasanın 5. ve 24. maddeleri olduğu belirtilen gerekçede, Anayasanın 5. maddesine göre, devletin, temel amaç ve görevlerinden birinin, "kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak" olduğu kaydedildi.

Gerekçede, insan haklarına ilişkin milletlerarası antlaşmalarda da korunan din ve vicdan hürriyetinin, bireyin manevi gelişimine hizmet eden temel hak ve hürriyetlerin başında geldiği vurgulandı.

Din eğitimi ve öğretiminin, Anayasanın 24. maddesinde din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak kabul edildiği anımsatılan gerekçede, bu maddede, öncelikle din eğitimi ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretimde okutulan zorunlu dersler arasında olduğu, bunun dışındaki din eğitim ve öğretiminin ise ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı yapılacağının belirtildiği hatırlatıldı.

Gerekçede, "Laik devlet, dinler karşısında tarafsız olmakla birlikte, toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız değildir. Laiklik ilkesi, doğup geliştiği Batı'da, dinin toplumsal ve kamusal alandan tamamen dışlanması sonucunu doğurmamış, dini ihtiyaçların karşılanmasına yönelik devlet politikalarını beraberinde getirmiştir. Devlet okullarında ve özel okullarda öğrencilere din eğitim ve öğretiminin verilmesi bu politikaların başında gelmektedir" tespitlerine yer verildi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye hakkında verdiği 9 Ekim 2007 günlü kararında, devlet okullarındaki din eğitimi konusunda karşılaştırmalı hukuku da incelediği belirtilen gerekçede, "AİHM'in tespitlerine göre, Avrupa Konseyine üye inceleme konusu 46 ülkeden 43'-ü devlet okullarında öğrencilere din dersleri sunmaktadır. 46 ülkeden 26'sında bu eğitim zorunlu dersler arasındadır. Ancak, bu zorunluluğun biçim ve derecesi ülkelere göre değişmektedir. Bazı ülkeler, din derslerini mutlak olarak zorunlu tutarken, diğerleri ise bu derslerden muafiyetlere ve alternatif derslerin alınmasına imkan tanımaktadır" denildi.

-Din eğitimi devlet tarafından-

Türkiye'de, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan süreçte din eğitimi veren okulların devlet tarafından kurulmasının öngörüldüğü ve bu alanda özel okulların açılmasının yasaklandığı ifade edildi.

Dolayısıyla devletin, bir taraftan din eğitimi-öğretimi yapan kurumların açılması, diğer taraftan da okullardaki din eğitimi ve öğretimine ilişkin zorunlu ve seçmeli dersleri belirleme konusunda tekel konumunda bulunduğu vurgulanan gerekçede, şu görüşlere yer verildi:

"Bireylerin devlet kurumları dışında din eğitim ve öğretimi alabilecekleri kurumsal alternatiflerinin bulunmadığı gerçeği, laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü daha anlaşılır ve önemli hale getirmektedir. Buna göre, dava konusu kural, devletin din eğitimi konusunda üstlendiği pozitif yükümlülüğün bir gereğidir. Kuralla getirilen isteğe bağlı seçmeli derslerin, kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebi kapsamında sağlanacak olan din eğitim ve öğretiminin gereği olduğu açıktır."

Kanun koyucunun, "Hz. Peygamberimizin Hayatı" ismini tercih etmesinin, zorunlu olarak İslam dini ile devlet arasında bir aidiyet ilişkisinin kurulması sonucunu doğurmayacağına işaret edilen gerekçede, her şeyden önce, kuralla getirilenin isteğe bağlı seçmeli ders olduğu vurgulandı.

Dersin muhatabının da bu dersi seçecek öğrenciler olduğu kaydedilen gerekçede, "Dersin isminin o dersi seçecekler dikkate alınarak belirlendiği anlaşılmaktadır. Diğer isteğe bağlı seçmeli ders 'Kur'an' dersinin yanına yüceltme ifadesi olan 'Kerim' sıfatının eklenmesine benzer şekilde 'Hz. Peygamberimizin Hayatı' isminin kullanılması, aidiyetlik kurmaktan ziyade, o dinin mensuplarının kutsallarına saygıyı ifade etmektedir" denildi.

-Devlet ile İslam dini arasındaki kurumsal ilişki-

Gerekçede, bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye'de baştan beri laiklik ilkesinin anayasal düzeyde ve uygulamada Devlet ile İslam dini arasındaki kurumsal ilişkiyi mutlak surette dışladığının da söylenemeyeceği ifade edildi.

Anayasanın, resmi bir dine yer vermemekle birlikte, çoğunluk dininin mensuplarının inanç, ibadet ve eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik resmi mekanizmalar öngördüğü vurgulanan gerekçede, Anayasanın 136. maddesinin, Diyanet İşleri Başkanlığını, laiklik ilkesi doğrultusunda özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmek üzere, genel idare içinde yer alan bir anayasal kurum olarak tanımladığı belirtildi.

Anayasa'nın 174. maddesinde, "Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden" ve Anayasa'ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı güvence altına alınmış bulunan inkılap kanunlarının başında "3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu"nun geldiği ifade edildi.

Bu kanunun 4. maddesinde, "Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat edecektir" denildiği hatırlatılan gerekçede, şu tespitlere yer verildi:

"Buradaki 'imamet' ve 'hitabet' gibi kavramların İslam dinine ait kavramlar olduğu, dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığına tevdi edilen görevin, bu dinin mensuplarının dini hizmetlerini yerine getirecek kişileri yetiştirecek eğitim kurumlarının açılması görevi olduğu açıktır.

Sonuç olarak, Anayasa, dini hizmetleri toplumsal bir ihtiyaç olarak görmekte ve devlete bu ihtiyaçların karşılanması yönünde yükümlülükler yüklemektedir. Anayasanın 24. maddesinde din eğitimi ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılmasına dair düzenleme de bunu göstermektedir. Anayasada ifadesini bulan laiklik ilkesi, bir yandan dinin devletin esaslarını belirlemesini engellemekte, diğer yandan da din eğitim ve öğretimi dahil dini hizmetlerin devlet eliyle verilmesine imkan tanımaktadır. Bu nedenle, dava konusu kural, Anayasa'nın 2. ve 24. maddeleriyle uyum içindedir.

En Çok Aranan Haberler