MERVE SEREN- Suudi Arabistan’ın milli petrol şirketi Aramco’ya ait petrol tesislerini hedef alan İHA saldırısının yankıları sürüyor. Zira saldırı; mekânı, türü, verdiği hasar, faili; ayrıca ekonomik, politik, güvenlik ve teknolojik boyutlarıyla farklılık arz ediyor.
- Saldırının mekânı, amacı ve türü
Birincisi; saldırı, 1991 Körfez Savaş’ından sonra Körfez bölgesindeki petrol tesislerini hedef alan en ciddi kinetik saldırı olarak addediliyor. 14 Eylül 2019 günü sabah saat 04.00’te başlayan saldırı, Suudi Arabistan’ın doğusundaki Abqaiq ve Khurais’te bulunan en kritik iki petrol tesisine yönelik gerçekleşti. Bu bağlamda saldırının, Abqaiq petrol işletme tesisini hedef alabiliyor olması dahi, amacı ve türü bakımından son derece planlı ve organize gerçekleşmiş olduğunun bir göstergesi. Zira Abqaiq, dünyanın en büyük ham petrol stabilizasyon tesisi ve Suudi Arabistan’ın hasılasının üçte ikisi buradan karşılanıyor. Öte yandan, saldırının sabahın çok erken bir saatinde, bir düzine Cruise füzesi ve 20 civarında silahlı insansız hava aracı tarafından çoklu saldırı formatında düzenlenmesi, yine planlama bakımından dikkat çekici. İHA saldırısı, eş zamanlılığı, salvo atışlarının yoğunluğu, üç farklı istikametten yönlendirilmiş olma ihtimali (Yemen, İran ve Irak tarafından) ve asgari 600 km üzerinde menzil kat ettiği gerçeğine istinaden hem faile hem de failin teknolojik kabiliyetine dair detaylı bir teknik incelemeyi zaruri kılıyor. Tüm bunlara ilaveten saldırının radarlar tarafından tespit edilememesi; böylece tespit, teşhis ve engelleme/imhanın gerçekleşememesi de masaya yatırılması icap eden bir başka husus.
Saldırının petrol tesislerini hedef almasına referansla, öncelikli ancak kısa vadeli amacının, Suudi Arabistan’ı büyük çaplı ekonomik kayba uğratmak olduğunu, ancak gerçek failin niyetine göre değişiklik gösterebileceğini söylemek mümkün. Bu noktada, Savunma Bakanı Prens Muhammed bin Selman’ın 2015 Ocak’ında göreve gelmesini müteakip hazırladığı ve 2016 Nisan’ında uluslararası kamuoyuna deklare ettiği “Vizyon 2030” dokümanı göz önünde bulundurulmalı. Hatırlanacağı üzere Prens Selman, Suudi Arabistan’ın mali açıdan yaşadığı petrol bağımlılığı hasebiyle diğer sektörleri ihmal ettiğinin gecikmiş farkındalığına vurgu yaparken; Vizyon 2030’un en önemli ayaklarından birini Aramco’nun hisselerinin bir kısmının halkın arzına açılması ve buradan elde edilecek gelirle diğer sektörlere yatırım yapılması olarak açıklamıştı. Bu yönüyle İHA saldırısı, Aramco’nun borsaya açılma sürecine tekabül etmesi itibarıyla da manidar.
Bununla birlikte saldırının arka planında, zikredilenlerin aksine İsrail gibi üçüncü bir devlet aktörü bulunuyor ise, o zaman saldırının, failin ulusal ve bölgesel çıkarları doğrultusunda gerçekleştiği ortaya çıkacaktır. Saldırının bir diğer amacı, karşı-dron teknolojisinde yaşanan gelişmelerle de ilintilendirilebilir ki, Orta Doğu’nun küresel silah ihracatçıları için harika bir pazar olduğu gerçeği yadsınmamalıdır. Bu anlamda farklı tür saldırıların icrası, bu tip saldırılara dönük geliştirilen teknolojilerin pazarlanması için imkân ve fırsat sunuyor. Şöyle ki, Aramco saldırısının, “kinetic kill” ve “elektronik harp” açısından kıymetlendirilmesi önem arz ediyor; zira saldırıda kullanılanlar, konvansiyonel dron sistemlerinden daha küçük ve “kinetik kill” özellikleri barındırıyor. Dolayısıyla kinetik saldırılara karşı caydırıcılık ve yüksek savunma kabiliyetine haiz teknolojiler geliştirildikçe, küresel savunma şirketlerinin müşteri avına çıktıkları malum.
- Saldırının sebep olduğu hasar
İkincisi, saldırının yol açtığı hasar konusu. Nihayetinde böyle bir saldırının meydana gelmesi, küresel petrol arzını yakından ilgilendiriyor ki, dünyanın en büyük üç petrol üreticisi sırasıyla ABD, Rusya ve Suudi Arabistan’dır. Dolayısıyla bu saldırı, günlük 9,8 milyon varil petrol üretimiyle küresel petrol tüketiminin yüzde 10’unu karşılayan Suudi Arabistan’da yaklaşık yüzde 50’lik bir arz düşüşüne; buna mukabil Rusya’da ise muhtemel ve kademeli bir arz yükselişine yol açarak petrol piyasalarındaki değişimlerin habercisidir. Zaten saldırıyı müteakiben petrol piyasaları haftaya artışla başladılar.
Diğer taraftan Suudi Arabistan, Aramco’nun önceki halka arza açılma sürecinde belirlenen yüzde 5’lik hissede artışa gitmeyi ve hisse payını yüzde 10’a çıkarmayı planlıyor. Aramco’nun ilk halka arzının toplam piyasa değerinin 2020 yılı itibarıyla 2 trilyon dolara ulaşması öngörülürken, yüzde 5’inin 100 milyar dolara tekabül ettiği ve böylece Riyad’ın yeni oranlarla birlikte 200 milyar dolarlık bir kâr elde etmeyi planladığı görülüyor.
- Saldırının faili: Üçüncü aktör ihtimali
Üçüncüsü, saldırının faili üzerindeki belirsizlik. Hâlihazırda saldırının faili olarak ekseriyetle iki (devlet/devlet-dışı) aktörün ismi zikrediliyor: Yemen’deki Husiler ve İran. Her ne kadar saldırıyı, Husi milisleri üstlenmiş olsa ve saldırıyı normal ve jet motorlu dronlarla gerçekleştirdiklerini iddia etseler de, Trump’ın en başından itibaren değişmeyen (ve İngiltere, Fransa ve Almanya’daki liderlerin de desteklediği) iddiası, tüm sorumluluğun İran'a ait olduğudur. Oysa Husiler, bu saldırıyı düzenlemekle yetinmeyeceklerini, halen tesisleri hedef gözettiklerini ve hatta her an yeniden saldırabileceklerini dile getirerek adeta bir ültimatom verdi. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, saldırıyı “Yemen’in meşru müdafaa hakkı” olarak nitelerken, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, “İran düzenleseydi, Suudi petrol tesislerinde tamir edilecek hiçbir şey kalmazdı” diyerek İran’ın potansiyel yıkıcı gücünün boyutuna işaret etti ve her iki isim ABD kanadından yöneltilen iftiraları sert bir üslupla yalanladı.
Peki, gerçekten bu kadar komplike bir saldırının, Yemen Husileri tarafından gerçekleştirilmiş olma ihtimali var mı? Esasında, evet. Zira Husilerin, dron ve füze (seyir ve balistik) yeteneklerini hızla geliştirdikleri, hem düzenlenen kamikaze saldırılarında hem de sergiledikleri ürünlerde veya paylaştıkları videolarda açıkça görülmekte. Bu doğrultuda Husilerin, bir tören sırasında Yemen Genelkurmay başkan yardımcısının hayatını kaybetmesiyle neticelenen dron saldırısı hatırlanmalı. Zira bu saldırının da Husiler tarafından yapılmadığı iddia edilmiş, lakin Husiler bu saldırının önceden çalışıldığını gösteren ve çölde çekilen video görüntülerini yayınlayarak, saldırı planını ve teknik kabiliyetlerini ortaya koymuşlardı. Keza Husilerin, Suudi Arabistan’a attıkları füzelerin yanı sıra, Birleşik Arap Emirlikleri’nin havaalanına yönelik planladığı saldırı -doğrulanmamakla beraber- bahse konu dönemde Husilerin teknik kapasitelerine dair kafaları kurcalayan birçok soruyu gündeme taşıdı. Netice itibarıyla, Husilerin Qasef-1 ve yakın geçmişte geliştirdikleri iddia edilen Qasef-2K ile dron yeteneklerini hızla artırdıkları son dönemdeki saldırılarla açığa çıkıyor. Özetle SAM bataryalarına düzenlenen kamikaze saldırısı, Suudi Arabistan firkateynlerine düzenlenen dron saldırısı, yeni bir taktik uygulamak suretiyle Yemen Genelkurmay başkan yardımcısının öldürülmesi ve giderek daha yoğun kamikaze saldırılarının sinyallerini veren Aramco saldırısı düşünüldüğünde, Husilerin teknik kabiliyetlerindeki gelişmeyi göz ardı etmek mümkün değildir. Aramco saldırısında farklı olan durum ise, Husilerin şimdiye kadar her saldırıya dair video görüntülerini paylaşırlarken, bu sefer vermemiş olmaları. Ancak saldırılarda “fire & forget” (ateşle & unut) dronları kullanıldığı için bunlara kamera yerleştirilemediği de unutulmamalı.
Ancak tüm bunların ötesinde bir ihtimal daha var ki, o da saldırının, ABD’ye gelecekte İran’a yönelik muhtemel bir askeri harekât kararı ve planı için gereken meşruiyeti sunacak "kasıtlı" bir eylem olması. Bu bağlamda İsrail’in (ABD’nin haberi olup olmaması fark etmeksizin, hedef saptırma taktiğiyle) Washington-Tahran hattında daha fazla gerginlik ve çatışma yaratma arzu ve hedefiyle, saldırının arkasındaki “esas aktör” olduğu öne sürülüyor. Başka bir deyişle, İsrail’in bölgesel çıkarlarını gerçekleştirmek ve korumak adına, ABD’nin İran’a yaptırım, müdahale veyahut kuvvet kullanma gibi giderek sertleşen tedbirleri devreye koymasını sağlayacak bir gerekçe ve meşruiyet zemini yaratma çabasına giriştiği de akla gelen senaryolar arasında.
Burada bir parantez açıp, Trump’ın hedef göstermekle birlikte, İran’a karşı güçlü bir askeri mukabelede bulunmaktan kaçındığını söylemek mümkün. Zira böylesi bir askeri operasyonun Tahran yönetimini daha da agresifleştireceği ve benzer şekilde kuvvet kullanmaya daha da teşvik edeceği çok açık. Bu durumda, İran’ın çatışmayı şiddet ve alan itibarıyla derinleştirmesi ve genişletmesi güçlü bir olasılık. Tabii böylesi bir senaryo, küresel ölçeğe yayılmış bir enerji krizi, yükselen petrol fiyatları ve Trump’ı (kendisine yönelik görevden azil sürecinin -impeachment- başlatıldığı bir zamanda) bekleyen daha zorlu bir seçim süreci demektir. Dolayısıyla Trump’ın askeri, siyasi ve ekonomik risklerden ziyade, İran’a uygulanan yaptırımları sürdürmesi daha rasyonel bir tercih.
- “Buy American” güvencesi, Suudların hazırlık zafiyeti
Dördüncüsü, Aramco saldırısının önlenememesinin arkasında yatan nedenlerdir. Öncelikle bu saldırı, öngörülmeyen, ihtimali hiç masaya yatırılmamış bir “sürpriz saldırı” olarak niteleniyor. Halbuki ABD merkezli bir düşünce kuruluşunun yakın geçmişte yayımladığı raporda, Husi tehdidine karşı Suudi Arabistan’ın stratejik noktalarında “güvenlik açığı” bulunduğuna dikkat çekilmiş; özellikle üç kritik merkezin, “deniz suyu arıtma tesisleri”, “havaalanları” ve “petrol tesislerinin” korunması gerektiğinin altı çizilmiştir. Bu hususta Suudların, güvenlik ve savunma açıklarına ilişkin farkındalık ve hazırlık durumlarında zafiyet sergilediklerini söylemek mümkün.
Saldırının önlenememesinin bir diğer nedeni olarak Suudi Arabistan'ın hava ve füze savunma sistemleri gösterilmektedir ki, burada kilit rolü ABD oynamakta. Zira ABD, on yıllardır “dünyanın en büyük silah ihracatçısı” unvanını koruyor. Mevcut durumda, küresel ölçekte askeri harcamaların yüzde 36’sını tek başına karşılayan ABD, silah ihracat payını da giderek arttırıyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2019 yılı verilerine göre ABD’nin 2014-2018 yılları arası dönemdeki silah ihracatı, bir önceki 2009-2013 dönemine kıyasla, yüzde 29’luk bir büyüme gösterdi. Dünyanın en büyük silah ithalatçısı ülkeleri sıralamasına (2014-2018 dönemi) bakıldığında ise listenin en başında Suudi Arabistan gelmekte; kendisini takip eden Hindistan, Mısır, Avustralya ve Cezayir ile birlikte küresel ölçekte yüzde 35’lik dilimi temsil etmekteler.
Bu veriler ışığında dikkat çekilmesi gereken iki husus bulunuyor. İlki; 2009–2013 dönemiyle mukayese edildiğinde, diğer bölgelerde yaşanan düşüşlere karşı, Orta Doğu’nun silah ithalatında gözlemlenen yüzde 87’lik artış. İkincisi; ABD’nin silah ihracatındaki en gözde müşterisinin yüzde 22’lik payla Suudi Arabistan olması, ki bu da Suudi savunmasının önemli bir kısmının, Amerikan menşeli ürünlere emanet edildiğinin somut bir göstergesi.
Hatırlanacağı üzere Trump başkanlık koltuğuna oturduktan kısa bir süre sonra Suudi Arabistan’la tarihin en büyük silah anlaşmasına imza atmış; liderlerin ellerini küre üzerine koyarak verdikleri poz, hafızalara kazınmıştı. Beyaz Saray, silah anlaşmasını kritik bir dönüm noktası olarak tarif ederken, ABD-Suudi Arabistan arasında var olan “güvenlik ilişkisinin” ciddi kapsamda genişlediğine dikkat çekmişti. Anlaşma, iki ülkenin gelecek on yıl içerisinde toplamda 350 milyar dolarlık bir silah satışına yer verirken, bu meblağın 110 milyarlık kısmının yakın vadede devreye girmek suretiyle, yüksek etki yaratacağı deklare edilmişti. Nasıl ki Washington yönetimi, Doğu Asya ülkelerinde askeri mevcudu ve silah satışı için Kuzey Kore’nin nükleer silah programını en “meşru” gerekçelerden biri olarak sunuyorsa, Trump’ın Suudi Arabistan’a silah sistemleri tedarik etmesinin en “rasyonel” gerekçesinin de “İran” (ve beraberinde desteklediği “Yemen Husileri”) tehdidi üzerine inşa edildiği malum.
Özetle 2017’de imzalanan anlaşma, savunma ekipmanı ve hizmet desteği sunmak suretiyle özelde Suudi Arabistan’ın, genelde Körfez’in İran tehdidine karşı uzun vadeli güvenlik ihtiyaçlarının sağlanması ve savunma kapasitesinin güçlendirilmesi vaatlerini içeriyordu. Kuşkusuz ABD açısından bu anlaşma, sadece siyasi, diplomatik ve askeri bir başarı olmayıp, aynı zamanda ticari kazançların öncelendiği bir husustur. Zaten anlaşmadan çok kısa bir süre sonra açıklanan borsa fiyatlarında, ABD askeri-endüstriyel kompleksi içerisinde yer alan savunma firmalarının piyasa değerlerinin hızla arttığına şahit olunmuştur. Örneğin Lockheed Martin yüzde 2 civarında, Raytheon yüzde 1,4’ün üzerinde, Northrop Grumman takribi yüzde 1 ve General Dynamics de yaklaşık 0,5 düzeyinde gerçekleşen değer artışlarıyla servetlerini katladılar. Ayrıca Trump’ın başkanlığının erken dönemlerinde Suriye’ye düzenlenen hava saldırıları, bir yönüyle Esed rejiminin kimyasal silah saldırısına cevap niteliği taşırken, diğer yönüyle de Amerikan menşeli hava sistemlerinin teknik kabiliyetlerinin rüşdünün ispatına ve promosyonuna hizmet etti. Kısacası Aramco saldırısı, -Körfez ülkelerini donattığı Patriot sistemleri dâhil- hava ve füze savunma sistemlerinde öncü teknolojiye haiz olduğunu iddia eden ABD’nin, teknolojik zafiyetlerini tartışma konusu haline getirmiştir. Bu minvalde, ABD’nin askeri-endüstriyel kompleksinin “Buy American” girişimi ve Trump’ın “en iyi teknoloji, Amerikan teknolojisidir” mottosuyla Orta Doğu’ya pazarladığı savunma ekipmanı ve teçhizatının fonksiyonelliği ve güvenirliği üzerinden “ABD caydırıcılığı” sorgulanmaya açılmış durumda.
- Saldırıdan alınan dersler
Birinci olarak, saldırı, devlet-dışı silahlı aktörlerin edindikleri dron teknolojisi imkân ve kabiliyetlerin hızla geliştiğinin somut bir tezahürüdür. Bu konuda Serkan Balkan’ın devlet-dışı silahlı aktörlerin dron stratejilerini kaleme aldığı makalesi son derece önemli bilgiler ihtiva ediyor.[1] Kuşkusuz, devlet dışı silahlı aktörlerin teknik kapasitenin artmasında, İran’ın Husilere bilgi ve teknoloji transferi konusunda sağladığı katkı ve birikim gibi, muhtelif devletlerin devlet-dışı aktörlerle kurdukları siyasi ve askeri işbirlikleri de yakından takip edilmeli. Öte yandan Aramco saldırısının, diğer terör örgütleri tarafından referans alınması ve giderek daha fazla başvurulan bir yöntem haline gelmesi muhtemel görünüyor. Bu bağlamda Türkiye’nin, terör örgütlerinin “fire & forget” (ateşle&unut) ile “do it yourself” (kendin yap) tarzı dronlarla gerçekleştirdikleri saldırılara karşı şimdiden tedbir alması elzem görünüyor.
İkincisi, söz konusu kamikaze saldırılarında kullanılan dronlarda GPS sistemlerinden istifade edildiği dikkate alındığında; uydu teknolojileri gibi -sivil ve askeri- çift maksatlı kullanılan teknolojilerin, terör örgütleri tarafından kendi sistemlerine hızla entegre edebileceği gerçeğidir.
Üçüncüsü, artık kritik altyapı ve stratejik merkezlere yönelen saldırıların bölgesel ve küresel etkiler doğurduğudur. Zira Suudluların petrol tesislerine yönelik saldırı, petrol fiyatlarının yükselmesine neden olmuştur ki, bu da Türkiye gibi bazı ülkelerin aleyhine, Rusya gibi ihracatçı bir ülkenin ise lehine bir durum. Ancak her koşulda, bu tarz saldırılar gerek ekonomik açıdan gerekse enerji güvenliği açısından ciddi riskler barındırıyor.
Dördüncüsü, henüz “kinetic kill” sistemine karşı etkin bir savunmanın geliştirilememiş olması. Örneğin ABD, bu sistemi ilk defa Musul’da kullandı ancak İran’a geçme ihtimalinden endişe etmesi nedeniyle Irak’ın envanterine vermedi.
Mevcut aşamada, “kinetic kill” karşısında geliştiren iki sistem bulunuyor: Birincisi, en başta ABD Donanması’nda kullanılmak üzere geliştirilen lazer silahlarıdır. İkincisi ise, Rusya’nın geliştirdiği 35 mm parça tesirli sistemdir. Suriye'de Rusya'ya ait Hmeymim Hava Üssü'ne düzenlenen dron sürüsü saldırısı; Rusya’nın seyyar hava savunma radarları getirmesinin yanı sıra, karşı-tedbir teknolojisi geliştirmeye dönük yatırımlara odaklanmasına yol açtı. Burada bir parantez açıp, “soft kill”in tam işlemediği, tespit ve teşhis hususunda iyi ancak imha konusunda yetersiz olduğu vurgulanmalı. Keza Q-bant sistemlerinin gerek “açı” gerekse “genişlik” itibarıyla kısıtlılık arz etmesi, kör noktadan bakıldığında savunmada “güvenlik boşluğu” yaratmakta. Kaldı ki Q-bant’ın bugün sağlığa olan zararları ciddi bir tartışma konusu. İlaveten, radar sistemlerinde hassasiyet seviyesi düşürüldüğü takdirde, “kuş” ile “dron” karıştırılması gibi teknik hatalarla karşılaşılabilmektedir. Bir diğer alternatif yöntem olarak “ses” hassasiyetine yönelik çalışmalar gerçekleştirildiği, lakin burada sesin örneğin son 12 saniyeye kadar duyulamamasının imha noktasında ciddi bir sıkıntıya işaret ettiğidir. Ayrıca burada, uçuş rotasını tespit etmenin zorluğu da not düşülmeli.
Özetle Aramco saldırısı, günümüzde asimetrik niteliği haiz bulunan çatışma türünde, terör örgütlerinin, benimsenen yeni taktikler çerçevesinde kamikaze tipi dron saldırılarını giderek daha yoğun kullandıklarını ve buna karşı devletlerin en sofistike savunma teknolojilerinde açığa çıkan güvenlik zafiyetlerinin giderilmesinin zaruretini gösteriyor.
[1] Serkan Balkan, DDSA ve Yenilikçi Terörizm: DEAŞ'ın Dron Stratejisi, içinde Ortadoğu’da Devlet-dışı Silahlı (Ed. Murat Yeşiltaş & Burhanettin Duran), SETA, Aralık 2018, ss. 73-125
[Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Merve Seren savunma, güvenlik ve istihbarat alanında çalışmalarını sürdürmektedir]