Mark Vernon*
Gazeteci-Yazar
Aşk genelde sevginin ulaşabileceği en yüce mertebe kabul edilir. Onsuz yaşamın tadını alamayacağınız muazzam bir deneyim olarak pazarlanır. Nereye baksanız cazibesinin alametlerini görürsünüz, üstelik sadece Sevgililer Günü'nde de değil.
Mesela, düğün masrafları. Ortalama bir düğünün bedeli son yıllarda hızla tırmandı; İngiltere'de 20 bin sterlini aştı gitti. Sanki çiftler aşklarına maddi değer biçiyorlar.
Veya romantik komedilerin ne kadar gişe yaptığını düşünün. Eğer formülü doğru tutturduysanız, sonunda sevgililer birbirinin kollarına atılıyorsa, yüz milyonlarca dolar kâr edebilirsiniz.
Ya da ekonomideki durgunluktan hiç etkilenmeyen çöpçatanlık sitelerini alın; bu sitelere geçen yıl %60 daha fazla harcama yapıldığı bildiriliyor.
Aşkın gözünün kör olduğu söylenir; aslında gözümüz abartılı bir aşk masalıyla kör ediliyor demek daha doğru olur. Kısacası, bence romantizm efsanesi günümüzdeki en büyük kötülüklerden biri.
Bu efsaneye göre, bir yerlerde onunla hayatınızın tastamam olacağı biri var; onsuz hayatınızın yarım kalacağı biri. Öyleyse modern yaşamda temel hedeflerden biri o kişiyi bulup aşık olmak ve iki kişi olmayı bırakıp tek bir kişiye dönüşmek olmalı.
İspatlamak kolay değil fakat böyle bir romantizm anlayışının çiftler üzerinde yarattığı mutluluğu birbirlerinde bulma baskısı kadar korkunç oluyor ki, bu romantizm ilişkileri desteklemek yerine baltalıyor diye düşünmekteyim.
Bu, toplum için de yıpratıcı -- çünkü aşkı "beslenip büyütülecek" değil de "bulunacak" bir şey olarak sunduğundan, onu idealize ediyor. Oysa aşk, sizin kadar kusurlu biriyle yaşanan inişli çıkışlı bir süreçte beslenip büyütülür.
Mitin gücü, çoğu kişinin ona inanmadığını söylemesinden de bellidir. Aşkın gerçek hayatta değil, yalnızca romantik film ve romanlardaki hikayelerde, çöpçatanlık sitelerinin tanıtım yazılarında var olduğunu söylerler.
Ama pekçok kişiyi kuşe kağıtlı dergilere, sinemalara ve internete çeken de bu rüya değil mi? Google'da geçen yıl en çok yanıt aranan sorunun "Aşk nedir?" olması manidar. Kötücül mitler en çok, onların pençesinde olmadığımızı sandığımızda güçlüdür.
Boşanmaları artıran da kısmen bu romantizm olmasın?
Hiper-romantizm bir yana bırakılarak yapılan ikinci evliliklerin daha iyi işliyor olması çarpıcı. Geçenlerde yapılan bir araştırmaya göre, başarıyı getiren başlıca üç etken şunlarmış: Çiftlerin anlaşması, toplumun desteği ve ekonomik istikrar.
Bu çiftler, belki de derslerini aldıklarından, artık içinde bulundukları zorluklar hakkında gerçekçi bir dille konuşabiliyor, eşlerinin olduğu kadar ailelerinin ve arkadaşlarının sevgisinden de güç alıyor ve ekonomik anlamda kendilerini güvende hissediyorlar...
İşin daha karanlık kısmı: Neden hiç romantizmin ölümle bu kadar bağdaştırıldığını düşündünüz mü?
Romeo ve Juliet'i düşünün. Düşünüp taşınmadan, alelacele evlenmek gerektiğini, çünkü ancak böyle talihsiz, tutkulu ve gerçek aşıklar olunabileceğini öğretir sanki.
Fakat unutmayın ki Shakespeare hikayeyi yazdığında bunun bir trajedi olduğunu söylemişti. Daha derin bir gerçeği görmüştü çünkü: Eğer romantizmin kötücüllüğü genç aşıkların kalplerini ele geçirirse, ortaya trajedi çıkar.
Bazı bireylerin romantizm söylencesini reddettiğini görmek mümkün günümüzde. 1990'lardan bu yana yalnız yaşayanların sayısı %50 arttı. Birçoğu bekarlık sayesinde daha özgür olduklarını, başka ilişkilere, örneğin arkadaşlığa daha çok zaman ayırabildiklerini söylüyor.
Bu bireyler özgürlüğe ve arkadaşlığa kıskançlıkla, şüpheyle yaklaşan, birbirinden başka her şeyi dışlayan bir çift olma halinin despotluğunun tanıkları adeta.
Peki romantizm niye herşeyi bu kadar çarpıtır hale geldi?
Bana öyle geliyor ki, mutlak bir aşk deneyimine duyulan arzu, aşkın esas olarak başkalarına duyulan bir duygu olduğu gerçeğini gölgeledi. Ne yaman çelişkidir ki romantizm efsanesi bizi birbirimize değil de aşka aşık etti. Bu çarpık aşk anlayışı kulağımıza eğilip, kime olduğumuzu önemsemeden, sadece aşık olmamız gerektiğini fısıldadı.
Bu romantizm bağımlılığının manevi bir tarafı da var. Filozof Simon May, Batı'da birçoğumuzun artık tanrıdan beklentisi olmamasına karşın, onun sunduğu koşulsuz sevgiye özlem duyduğumuzu öne sürüyor.
Tanrı olmayınca, koşulsuz sevgiyi insanlardan bekliyoruz. Onları tanrılaştırıyoruz ve tabii ki bizi hüsrana uğratıyorlar. Sonra aşk nefrete dönüşüyor. Bu, aşırılığıyla aşkı tahrip eden bir arzu. "Herkes sevdiği şeyi öldürüyor" diye figan ediyordu Oscar Wilde.
Psikolog Erich Fromm'un da dediği gibi sevme sanatı aslında "aşka düşmek"ten (falling in love) "aşkla yaşama"ya (standing in love) geçmeyi başarmaktır.
Romantizmdeki "aşka düşme", birine sahip olmanın ve/veya birine ait olmanın baş döndürücülüğüdür. Ve bu uzun süremez, çünkü aidiyet, hayatı ezer, yok eder.
Bu noktada aşkın öldüğü hissine kapılma riski doğar; çünkü romantik efsaneye göre aşkın tek ölçüsü yoğunluktur.
"Aşkla yaşamak" ise biriyle beraber olurken, onunla özgür olabilme yeteneğidir. O da güzel bir histir ama farklı sebeplerle. Daha ince özelliklerin ön plana çıkmasını sağlar: Bağlılık ve cömertlik, dürüstlük ve açıklık. Hayatla barışıktır.
Aşkla yaşamak belki de, başka bir Sevgililer Günü saldırısıyla karşı karşıya olduğumuz şu günde yaralarımıza merhem olacak ilaçtır.
(*) Yazar ve gazeteci. Arkadaşlık ve felsefe üzerine yazıyor. "Love: All That Matters" (Aşk: Tek Önemli Şey) kitabının yazarı.