"O... Çocukları" filmi, 16 Mayıs'ta vizyona giriyor. Filmde hayat kadınlarının çocuklarını bıraktığı emanetçi bir anneyi canlandıran Demet Akbağ, "Ben eski dönemlerdeki kadar genelevlere rağbet olduğunu düşünmüyorum. Bunun sebebi, ülkemizdeki ahlaki erozyon. Bekareti kaybetme yaşı çok düştü" diyor.
- "O... Çocukları" filmi, bu hafta vizyona giriyor. Siz filmde hayat kadınlarının çocuklarına bakan emanetçi Mehtap Anne'yi canlandırıyorsunuz. Öncelikle film hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Bir solukta okuduğum müthiş bir hikaye. Mehtap Anne, her oyuncunun iştahını kabartacak bir rol. Kendimi tekrar etmekten hoşlanmam. Bu yüzden de seçici davranırım. Sinemada bu tip bir rol hiç oynamamıştım. Zaten çok fazla filmim de yok. O yüzden teklif geldiğinde hemen kabul ettim.
- Senaryoda sizi asıl heyecanlandıran ne oldu?
Senaryo yazarı Sırrı Süreyya Önder'in başarabildiği ve beni gerçekten heyecanlandıran şey, Yılmazvari bulduğum trajikomik üslubudur. O trajikomik üslup, o tragedyayı çok daha seyredilir kılıyor. Aslında hikaye tabii ki hüzünlü. Ama o geçişlere öyle güzel mizah yerleşmiş ki... Filmi çok buruk bir tebessümle seyredeceksiniz.
- Bu filmle birlikte, "Geneleve ihtiyaç var mı, yok mu?" sorusu tekrar gündeme geldi. Sizce geneleve ihtiyaç var mı, yok mu?
Var... Çünkü biz hâlâ cinsel açlığını bastırabilmiş bir toplum değiliz. Şu anda genelev bile varken hem ülkemizde hem de dünyada bu kadar taciz olayları yaşanıyor. Oradaki hayatlar tabii ki çok can acıtı. Fakat onlara ne yapabiliriz ki? Şöyle bir kısırdöngü var. Bu kadınları kurtaralım tamam ama adamları ne yapalım? Bu kadınların kurtuluşu, oraya rağbet eden erkeklerin de kurtuluşu oluyor mu? Ancak ben eski dönemlerdeki kadar genelevlere rağbet olduğunu düşünmüyorum.
- Neden?
Bunun sebebi, ülkemizdeki ahlaki erozyon, atlanan ahlaki boyut... Benim kuşağım çok iyi bilir. Bekaretin birinci koşul olduğu dönemde erkekler nişanlanır, ama nişanlısıyla bırakın cinsel hayatı, el ele kol kola bile gezemezdi. Şimdi öyle değil. Bekareti kaybetme yaşı çok düştü. Erkekler şimdi medeni bir şekilde flört ettikleri genç kızı evden izin alarak sinemaya, gezmeye götürebiliyor, onunla cinsel ilişkiye girmese bile el ele tutuşup sinema keyfini yaşayabiliyor. Buradan mantık yürütürseniz, erkeklerin bu anlamda artık geneleve ihtiyaç duyduklarını düşünmüyorum. Yeniden filme dönersek; film süper oldu. Bütün filmlerimiz başarılı olsun da şu Oscar'ın kapısını aralayalım artık. Bir Oscar, Türk sinemasına yakışır artık.
- 26 yıldır oyunculuk yapıyorsunuz. Biz sizi ilk olarak Hülya Avşar ile İbrahim Tatlıses'in birlikte sahne aldıkları "Mega Şov" ile tadınık. Medyatik olmanızda bu şovun etkisi büyüktür, değil mi?
Kesinlikle... O dönem, kabareler dönemiydi. Mesela Yeşil Kabare vardı ve biz Rasim (Öztekin) ile ufak ufak bu kabare işlerini deniyorduk. Bu, biraz da arayıştı... Geniş kitlelere hitap eden insanların yanında, kariyerimize zarar vermeden kendimizi gösterip, farkındalık yaratabilmek istedik. Bunu başarabilirsek, sonrasında seyirciyi çekebilirdik. Ama o şov da çok başarılı, içeriği olan, güzel yazılmış bir işti. İki starın yanında Rasim ve ben kendi işimizi yaptık. Siz buna kalabalık olmayan müzikal diyebilirsiniz... Bizim dansçı kadromuz saz arkadaşlarımızdı.
- İstediğiniz oldu mu, sesinizi geniş kitlelere duyurabildiniz mi?
Bu amaçla yola çıkıp da "Mega Show"u bulmuş değilim. Bir süre ara verip kendimi dinlemeye aldığım dönemde bu teklif geldi ve kabul ettim. Çok eğlendik, güzel bir anı olarak kaldı. Ayrıca "Mega Show" sayesinde Gani Müjde ile Yılmaz Erdoğan'ı tanıdım. Rasim ile benim rol aldığım skeçleri Yılmaz ile Gani yazıyordu. Belki de Yılmaz bu proje sayesinde "Bu işten para kazandım, ben bir tiyatro kurayım" dedi. Belki de BKM'yi öyle kurmaya karar verdi. Çünkü bu işin hemen devamında Necati Akpınar ile Yılmaz bir araya geldi... Kısacası "Mega Show" hepimize yeni ufuklar ve kapılar açtı.
- Ve devamında siz Yılmaz Bey'le kardeşten de yakın oldunuz.
Evet, o günden sonra hiç ayrılmadık. Kardeş gibi olduk. O yüzden de rahat rahat kızabiliyoruz birbirimize. Mesela bu aralar onu göremediğim için kendisine kızıyorum. İyice kapandı. Senaryo yazıyor, biliyorum. Ama bir şeyi fark ettim ki biz tiyatro yaparken daha sık görüşüyormuşuz. Bazen kendi kendime "Acaba bu iş mi bizi bir araya getiriyor" diye düşünmüyor değilim. Bu doğrultuda zaman zaman birbirimize hafif sitemler içeren mesajlar atmıyor da değiliz. Biz Yılmaz'la birbirimizi iyi anladık ve sevdik. Gerçekten iyi anlayınca ve tanıyınca çok fazla kopamıyorsunuz, bu iş arkadaşlığının ötesine geçiyor. Bizde de öyle oldu. Hem televizyonu, hem tiyatroyu, hem de sinemayı bir arada yapınca, ister istemez sosyalleşmek için de bir arada olduk. Zaten dışarıda bir hayat yaşamaya vaktimiz yoktu. Dolayısıyla özel hayat ile iş hayatı birbirine girdi.
- İyi mi oldu?
Ama böyle can alıcı sorular "pat" diye sorulmaz ki! Bizim hiçbir zaman Yılmaz ile aramızda kavga olmadı. Ama kırgınlıklar, küçük tartışmalar olabilir. Öbür türlüsü sahte olur zaten. Eğer ben, gerçekten aklımdan geçeni ona söyleyemiyorsam ve söylediğim zaman tartışamıyorsam, bu samimiyetsiz bir durumdur. Ne yapacağım, gelip evde kocama mı dert yanacağım? Bunu hiçbir zaman yapmam. Bir şey olursa bir miktar içime atarım, sonra da Yılmaz'a söylerim. Söyledim de... Aslında kırgınlıklarım iş konusunda olur. Asla şahsi, egosantrik kırgınlıklar değildir.
- Yani "Ben niye o projede oynamıyorum" ya da "Niye bana bu rol verildi" gibi kırgınlıklar değil bunlar, öyle mi?
Asla değil. Benim kırgınlığım "Sen orada niye oynuyorsun" kırgınlığıdır. Ya da Yılmaz bazen kendi başına kararlar verir. Ben de karar verirken bir şekilde bana sormasını isterim. Tamam biz ona aramızda "koca kafa" deriz ve haklı çıktığı da çok olmuştur. Fakat haksız da çıksak, dediğim gibi bazı şeyleri ondan duymak istiyorum, sizden değil. Ne yaptığını gazetelerden okuyunca ona kızıyorum. Tabii bunu asla kötü niyetle yapmıyor, bunu da biliyorum. Behçet Necatigil'in şiirinde dediği gibi; "Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı. Vermeye az buldunuz, yahut vakit olmadı"... Biz de "vakit olmadı" olmaz! Vakit olmalı. Biz birbirimize en çok vakit ayırması gereken kişileriz. Çiçeği de ver, vakit de olsun...
- Siz Yılmaz Bey'e karşı bunu yapıyor musunuz?
Hani ondan bir iki yaş büyüğüm ya... Ablalık durumundan dolayı ondan mı bekliyorum acaba?
- Şu an aranızda bir kırgınlık var mı?
Yok, kırgın değilim. Bazen "Beni neden daha çok özlemiyor" diyorum. Bana diyorlar ki "Sen ara"... E ben arıyorum! Ama istiyorum ki o da 10 yıl önceki gibi bir şey yazarken, aklına bir cümle geldiğinde telefonu kaldırıp beni arasın. Bunu istiyorum sadece. Bu tip şeylere kırılıyorum. İnsan sonuçta sevdiğine sitem eder. Başkasının beni özlememesi umurumda olmaz.
- Peki... "Pişti" programında yer almanız, hayatınızın en magazinel olayı mıdır?
Evet. Oyuncu olarak kendini sevdirmiş olabilirsin, ama kendi cümlelerinle de seni duymak istiyor insanlar. Bu program sayesinde benim farklı bir tarafım tanındı. Sonuçta kendi branşımın dışında bir işi, en seçkin insanlarla yaptım. Hülya Hanım'ın (Avşar) basınla ilişkisi gerçekten farklı. O da söylüyor zaten. "Seviyorum, seviliyorum. Çok da uzak olmak istemem" der. Ben, onun kadar racon bilmiyorum. Bu konuda biraz amatörüm. Hatta onun kadar cesur da değilim. Yersiz, gereksiz bir otokontrolüm var. Bu programla biraz da bunu kırmak istedim. Herkesin sizi sevmesi diye bir şey söz konusu olamaz ki... Bu sevgi açgözlülüğü nereye kadar? Benim de hayatla ilgili bir fikrim var, beğenmediğim şeyler var. Belki bu programda bunları söyleme fırsatım olur dedim. Ama onlar söylediler, ben yine söyleyemedim.
- Bu program size ne öğretti yani?
Bu program sayesinde bir an önce tiyatro sahnesine dönmem gerektiğini anladım. "Herkes kendi çöplüğünde ötsün. Burası benim yerim değil" dedim. Ayrıca bir sezon yapmak yeterliydi. Tiyatro yapmak istedim ve bıraktım.
ENGİN GÜNAYDIN BURHAN'I ABARTTIKÇA ABARTTI
- "Bir Demet Tiyatro", yıllar sonra yeni bölümleriyle ekrana geldi ama iyi reyting alamayınca birkaç bölüm sonra yayından kaldırıldı. Acaba hiç başlamamalı, eski lezzetiyle mi kalmalıydı?
Yapmasaymışız daha iyiymiş. Onun dönemi, o dönemmiş. Tuşlu telefon çıktıktan sonra biz biraz çevirmeli telefon gibi kaldık. Seyirci, kolaya alıştı. Esprinle milleti düşündür; bu çok zor... Tipoloji komiğine, tiplemeye alıştı seyirci. Zamanında biz de yaptık ama namusumuzla yaptık. O tipler, vatandaşın içinde rastlayabileceğiniz tiplerdi. "Böylede insan olur mu?" diyeceğimiz tipler değildi. Çok karikatür, çok abartı sanatı başımızın tacı oldu. Şu anda katıla katıla güldüğümüz dizilerin metni elimize geçse, kimlerin kimi oyanadığını bilmesek, bakalım kaçta kaçına güleriz. "Bir Demet Tiyatro" döneminde çekimler başlamadan önce teksti alır, dakikalarca güler, sonra çekime başlardık. Bizde boş yoktu. Zaten oynayan kimse de boş dönmedi. Dizideki herkes şöhret oldu. En küçük roldekiler bile.
- Mesela Engin Günaydın...
"Ben oyuncu olmayacağım, oyunculuk yapmayı düşünmüyorum, yazar olacağım. Oyunculukta yeteneksizim galiba" diyerek kendini eleştiren Engin Günaydın, bugün star. Engin, "Otogargara"dan "Ben sahnede oyuncu olarak mutlu değilim. Bu işi beceremiyorum" diye ayrıldı. Kendi aramızda çok güldüğümüz, sonra "Gel şurada minik bir zabıta rolü var, oynasana" diye oyunculuğa başlattığımız Engin, seyircilerin "Zabıta İrfan" diye kendini paraladığı bir kahraman oldu. Neden oldu? Çünkü o kadar doğru yazılıyordu ve o kadar iyi gözlemlenmiş tiplerdi ki, bu seyirciye de geçti.
- O zaman Engin Günaydın'ın şu an canlandırdığı "Burhan" tiplemesini çok abartılı buluyorsunuz?
Ben Engin'e çok gülüyorum. Ama Engin abarttıkça abarttı! Artık "lütfen" diyemiyor, "litfen" diyor. Engin bunu demese de ben ona gülüyorum. Çünkü komik bir adam. Onu kimse tanımazken de ben ona gülüyordum. Onun doğasında var bu... Çünkü Engin, yaptığı karakterle dalga geçmeyen, kendiyle dalga geçen bir adam. Zaten mizahtaki başarı da biraz burada saklıdır.