İSTANBUL (AA) -M.TACEDDİN KUTAY- “Sadizm, Kilise’ye emanet edilen çocukların suiistimal edilmesi ve kendilerine tecavüz edilmesi gibi hadiseler, sölibat (rahiplerin evlenmeden mücerret yaşamaları) hayatının sürekli karşımıza çıkan yan etkileri olagelmiştir ve böyle olmaya devam etmektedir. Bunun haricinde ‘alışılagelmiş yollar’ ile de sölibatın sık sık bozulduğuna şahit olmaktayız. Bütün bu hatalı tutumlar, hatta cinayet olarak adlandırılabilecek tutumlar, dolandırıcılığın ta kendisidir. Suiistimal edilen çocukların çığlıkları çok kereler kanla, zorbalık ve baskıyla ve bunun haricindeki suçlarla iç içe geçmiş şekilde yükselmektedir. Ortada sessiz kalınacak, örtbas edilecek hiçbir şey yoktur. Suçlular işledikleri bu suçlarını itiraf etmeli ve eğer mümkünse telafisi cihetine gitmelidirler. Hatta itiraf edilmesi gereken bir diğer husus da şudur: Bu fiilleri irtikap edenlerin bir kısmı arızalı tipler olmaları sebebiyle, yaşam şekli olarak sölibatı tercih etmişlerdir!”
Alman teolog ve Sistensier keşişi Klaus Berger, 2009 yılında yayınladığı “Zölibat” isimli eserinin “Riskler” isimli son bölümünde bu satırlara yer vermişti.
Cinsel suçlar Katolik Kilisesi’nin sürekli olarak karşı karşıya olduğu bir gündem. Bu sebeple Berger’in ruhban hayatının inceliklerini anlatan eserinde böylesi satırlara yer vermesi şaşılacak şey değil. Buna karşın Kilise son yıllarda hiç karşılaşmadığı bir sıklıkta, cinsel suçlarının yüzüne vurulması durumuyla karşı karşıya. Nisan 2017’de İngiltere’nin Manchester şehri yakınlarındaki Salford’ta rahiplik yapan yetmiş yaşındaki Peter Coniffe, yazdığı mektupla taciz ettiği bir kadından özür dilemiş ve ülke gündemine oturmuştu.
Fakat rahipler ve diyakonlar arasında sıkça rastlanan bir durum olan cinsel suçlarla irtibatlı skandallar, son iki yılda farklı bir hal aldı: Kilise’nin en yüksek rütbeli ruhbanları olan piskoposlar ve başpiskoposlar da söz konusu cinsel suçlarla itham edilerek Kilise’den kovulmaya başlandı. Bu durum Kilise açısından zor hazmedilir bir hal. Zira piskoposluk makamı, Aziz Petrus’a vekalet etme makamı olarak sadece Kilise’nin iç işleyişi açısından önemli bir pozisyon değil, aynı zamanda rahipleri rahip kılan makam. 14 Ekim 2018 tarihinde iki Şilili piskopos küçük yaşta çocuklara tacizde bulundukları gerekçesiyle görevlerinden ve rahiplik cübbesinden azledildiler. Piskopos Marco Antonio Ordenes Fernandez ve Başpiskopos Francisco Jose Cox Huneeus makamlarından azledilen iki yüksek rütbeli rahip olarak dikkat çekti. Üstelik söz konusu iki piskopostan Huneeus 1981 yılında Papa II. Jean Paul tarafından “Vatikan Aileler İçin yol Gösterici Rehberlik Kurumu”nun başına geçirilmişti ve “Aile: Umudun Alameti” isimli eseri elden ele dolaşan bir başpiskopostu.
Taciz sebebiyle gerçekleşen bir diğer azil hadisesi, aynı yılın Kasım ayında Almanya’nın Nordrhein Westfalen (Kuzey Ren-Vestfalya) eyaletine bağlı Rhede şehrinde yaşandı. 1964’ten beri bu şehirde görevini yürüten bir rahip, pedofili sebebiyle görevinden alındı. Üstelik söz konusu rahip 1968 yılında mahkeme tarafından suçlu bulunmuş ve mahkum edilmişti. Buna rağmen mezkur rahip bir kilisede görevlendirildi; ancak gelen tepkiler üzerine görevinden azledildi. Bu durum, Kilise’nin taciz suçlarına karşı geleneksel tutumunu gözler önüne seren bir vaziyet arz ediyor. Zira Kilise her vesileyle bu suçlarla yüzleşmekten geri durmuş ve cinsel nitelikli suçlamaları halının altına süpürmüştür.
II. Jean Paul’ün 1995 yılında yayınladığı ve Kilise’nin bir özeleştirisi mahiyetindeki eserinin adı “Gerçekten Korkmuyoruz! Kilise’nin ve İnsanların Günahları Üzerine” idi. Papa bu eserinde, Kilise’nin suçlarıyla yüzleşmesi gerektiğini dile getiriyordu. Ancak Papa bunu yaparken dahi, mezkur kitapta Kilise’nin cinsel nitelikli suçlara bulaşan üyelerinden neredeyse hiç bahsetmiyordu. Oysa sadece Almanya’da 1946-2014 arası dönemde, resmî rakamlara göre bin 670 rahip cinsel taciz suçuna bulaşmış, en az 3 bin 677 çocuk bu rahiplerin kurbanı olarak kayıtlara geçmişti. Bu durumun tüm dünyaya nispetinin ne olduğunu ise tam olarak tespit etmek mümkün değil.
Cinsel nitelikli suçlar (Kilise resmen kabul etmese dahi) Katolik dünyasının en büyük sorunuydu. Buna rağmen cinsellik, Kilise açısından konuşulması mümkün olmayan bir tabu olma vasfını korudu. Bu konu Kilise açısından o derece büyük bir tabuydu ki 2008 yılında Almanya’nın Fulda şehrinde, Kilise’ye ait bir marketi kiralayan marketler zincirine, Kilise tarafından kondom satışı yapmama şartı getirilmişti. Fakat Kilise’nin bu tutumu, mızrağın çuvalı delmesiyle yavaş yavaş değişmeye başladı. Son olarak ABD’nin başkenti Washington’ın Katolik Başpiskoposu Donald Wuerl, 12 Ekim 2018 tarihinde Kilise içinde yaşanan taciz skandallarını örtbas ettiği için görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Wuerl’in selefi Theodore Edgar McCarrick de 15 Şubat 2019 tarihinde 89 yaşında iken, işlediği cinsel suçlardan dolayı rahiplikten atıldı. McCarrick sadece küçük yaştaki çocukları taciz etmekle suçlanmıyor, aynı zamanda Kilise içinde eşcinsel ilişkiler tertip etmekle de itham ediliyor. ABD’de hâlihazırda 300’den fazla rahip binin üzerinde çocuğu taciz etmekle suçlanıyor.
Son olarak 13 Mart 2019’da mahkeme, Avusturalya Başpiskoposu Kardinal George Pell’i cinsel taciz suçundan 6 yıla mahkum etti. Bu durum Kilise’ye tarihinin en büyük şoklarından birini yaşattı; zira böylesi yüz kızartıcı bir suçtan dolayı bir kardinal, laik bir mahkeme tarafından ilk defa mahkum edilmiş oluyordu. Melbourne’da görev yaptığı dönemde kilise korosundaki iki erkek çocuğa cinsel tacizde bulunmaktan yargılanan Avustralya Kardinali George Pell, Vatikan’da çok önemli görevlerde bulunmuş ve Papalık seçimini de yapan Kardinaller Heyeti’nde yer almıştı.
- Şimdi ne olacak?
Yukarıda verdiğimiz misaller Kilise’de yaşanan skandalların elbette sadece bir kısmı. Ancak önemli olan tarafı, mezkur suçların Kilise’yi yöneten en yüksek rütbeli ruhbanlar tarafından işlenmiş olması. Bu durum Kilise’yi her zaman olduğundan daha karmaşık bir yol ayrımına getirmiş durumda. Zira belirttiğimiz üzere, binin üzerinde taciz iddiasına muhatap olmuş bir kurum olarak Kilise artık bir çıkış arıyor.
Burada iki tutum göze çarpıyor. Bunların ilki Kilise’ye geleneksel tutumundan ayrılmamayı önerenlerin tutumuydu. Alman Kardinal Walter Brandmüller bu tutuma en tipik örneği teşkil eden açıklamasıyla, kamuoyunun tepkisini çekmekle birlikte, Kilise içinde hatırı sayılır bir destek buldu. Brandmüller Kilise’de yaşanan hadiselerin, gündelik hayatta toplum içinde yaşananlardan daha fena olmadığını ve kamuoyunun ikiyüzlü davranarak Kilise’yi günah keçisi ilan ettiğini iddia etmişti. Brandmüller’e göre yaşananlar, yaşanması oldukça muhtemel şeylerdi.
- “Eşcinselliği konu etmemek ikiyüzlülük”
Buna karşın, Katolik dünyası içinde eskiye oranla çok daha güçlü bir ses, Kilise’nin günahlarıyla açık yüreklilikle yüzleşmesi gerektiğini dile getiriyor. Bu talebi en güçlü şekilde dile getiren kişi ise Vatikan’ın eski diplomatlarından Başpiskopos Carlo Maria Vigano oldu. Vigano Kilise içinde yaşanan bütün cinsel kabahatlerin, artık kontrol edilemeyecek kadar yaygınlaşan eşcinselliğin bir neticesi olduğunu iddia etti ve Kilise’nin öncelikle kendi içindeki eşcinsel temayülle yüzleşmesini önerdi. Eleştirilerin odağına bizzat Papa’yı koyan emekli başpiskopos, çocuk tacizlerinin sorun edilmesine karşın eşcinselliğin konu edilmemesini ikiyüzlü bir tutum olarak tanımladı. Vigano’ya göre Kilise, yalnız kurbanları ortaya çıkan günahlarla yüzleşme lüksü olmayan ve ideallerini muhafaza etmek için kendi kabahatleriyle de bizzat yüzleşmek durumunda olan bir kurum. Bu sebeple Papa’nın bütün eleştirilere kulak tıkayarak Kilise içinde son derece yaygın hale gelen eşcinsellik günahının üstünü örtmesinin kabul edilemeyeceğini dile getiren İtalyan din adamına en büyük destek yine muhafazakâr çevrelerden geldi. Kilise içinde muhafazakâr ve ultra-muhafazakâr olarak adlandırılan çevreler Vigano’nun özeleştiri talebine açıkça destek verdi. Bu desteğin en önemli sebebi, muhafazakâr Katolik çevrelerde eşcinselliğe karşı en ufak toleransın sapkınlık olarak karşılanıyor olması. Hal böyle olunca, Kilise açısından alışılmadık bir özeleştiri talebi dahi muhafazakâr çevrelerde kabul görebildi. Katolik Kilisesi açısından bir tabunun yıkılması anlamına gelecek olan bu tutum, bir yanıyla Kilise açısından büyük bir prestij kaybı anlamına gelecek. Buna mukabil Vigano’nun açıklamaları ve talepleri Vatikan tarafından uzun süre cevapsız bırakıldı; akabinde yapılan açıklama ise Vigano’yu suçlar mahiyetteydi.
- Kilise özeleştiriye henüz hazır değil
Vigano tartışmalarının akabinde, Şubat ayında Vatikan’da gerçekleşen taciz karşıtı zirve, Kilise’nin bir özeleştiri yapmaya henüz hazır olmadığını gözler önüne serdi. Katılımcılarının “son derece dürüst ve açık sözlü” olarak tanımladıkları zirveden Kilise’yi bağlayan bir karar çıkamadı. Dahası, sorunların açık şekilde dile getirildiği bu zirvenin neticesinde, bir yol haritası da ortaya konulmadı. Aksine zirve, “açık yüreklilikle konuşulan” bir platform olarak tarihe geçti. Bu sebeple zirveye karşı yöneltilen en büyük eleştiri, “havanda su dövüldüğü” ve birbirine karşıt olarak ortaya çıkan iki görüşün tam ortasında bir tutum takınıldığı yönünde oldu. Bu sebeple, taciz kurbanları tarafından Avrupa basınına yapılan açıklamalar büyük bir tepki içeriyor. Kilise, en temel öğretisi olan “Kutsal Ruh’un kendisine refakat ettiği” inancı sebebiyle, bir diğer en temel öğretisi “günah çıkarma” sakramentiyle çelişiyor. Kendi günahıyla yüzleşmekten kaçınan Kilise’nin inananlarına en az yılda bir kez günah çıkarmayı tavsiye etmesi bir paradoksu ortaya koyuyor.
- Mızrak artık çuvala sığmıyor
Hatıralarına yer verdiği “Umstrittene Wahrheit” (Tartışılan Gerçek) isimli eserinde Hans Küng, 1966-1969 yılları arasında Tübingen Üniversitesi’nde birlikte görev yaptığı parlak bir teologdan bahseder. Küng söz konusu mesai arkadaşıyla birlikte Kilise’nin köhneleşen yapısına yönelik eleştiriler getirdiklerini ve bir gün bu yapıyı değiştirmeye azmettiklerini anlatır. Aradan geçen yıllar Küng’ün Kilise’den aforoz edilmesine, mezkur teoloğun ise Papa Benediktus olarak Vatikan tahtına çıkış sürecine sahne olmuştur. Küng’ün Kilise’yi birlikte reforme etmeye ahdettiği arkadaşı Joseph Ratzinger’den başkası değildir. İki yol arkadaşından birisi Kilise’den tardedilirken, diğeri statükonun yeminli koruyucusu haline gelmiştir.
Kilise içinden yükselen reform çağrıları sürekli var olageldi. 2011 yılında John Jay College of Criminal Justice tarafından yayınlanan “ABD’de Küçüklerin Katolik Rahipler Tarafından Cinsel İstismarının Sebepleri ve Bağlamı, 1950-2010” başlıklı araştırma, cinsel suçların artık Katolik dünyasının kaldıramayacağı nispette olduğunu ortaya koydu. Aynı yıl, dünyanın pek çok ülkesinden din adamlarının ve teologların iştirak ettiği bir reform çağrısı dillendirildi. Kilise’nin evli din adamlarına saha açmasını ve sölibat kuralının Kilise açısından bir tabu olmaktan çıkartılmasını talep eden reform yanlıları, Kilise içindeki muhafazakâr kanadın şiddetli karşı çıkışıyla mukabele gördü. Yapılan tartışmalarda, sölibatın sadece cinsel suçlar için bir zemin teşkil etmekle kalmadığı, aynı zamanda Kilise’nin yeni din adamları kazanmasının da önündeki en büyük engel olduğu vurgulandı.
Sölibat kurumu Kilise’yi kutsal bir gettoya dönüştürmüş durumda. 1965’ten beri modern dünyaya ayak uydurmaya çalışan “modern öncesi” bir kurum olan Kilise’nin, modern hayatın seksizmine karşı direnmesi her geçen gün güçleşiyor. Son olarak yaşanan tartışmalar Katolik Kilisesi’ni geri dönülmez bir yola soktu. Kilise yakın bir tarihte sölibat kuralını yumuşatacaktır. Bu kaçınılmaz son olarak karşımızda duruyor. Bununla birlikte Kilise’yi bekleyen en önemli sınavlardan biri de yerle bir olmuş imajını düzeltmek. İlaveten dikkat edilmesi gereken en önemli husus, Kilise’nin imajına inen bu darbenin yalnız Kilise’ye değil, aksine Batı’daki din algısına da indiği gerçeğidir. Dünyanın vicdanı olma imajını sürekli şekilde kaybetmekte olan din, vahşi kapitalist dünyada sığınılacak bir liman olma hüviyetini de Kilise’nin sorumsuzluğu sebebiyle her geçen gün yitirmektedir. Kilise, hantallığı yüzünden, dine atfettiği her manayı yerle bir ederken, kendisine çıkan faturayı bütün din müntesiplerine ödetmektedir. Bu tavır, Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan Konsili’nde (1962-1965) ortaya koyduğu tutumun devamıdır. Kilise manevi sahada sömürgecilik yapan batılı bir kurumdur ve kendisi haricindeki dinlerin manevi kapitalini sömürmektedir. Bu kapitalle, reel dünyaya uyum sağlaması mümkün olmayan yapısının sürekliliğini sağlamakta, iyiye, güzele ait ortaya konulan her şeyi hiyerarşik kaosunu sürdürmeye alet etmektedir. İkinci Konsil, modern dünyaya ayak uydurmakta zorlanan Kilise’yi hizaya sokma çabasıydı. Şimdi post-modern dünyaya ayak uydurmakta zorlanan Kilise’yi hizaya sokacak üçüncü bir konsile ihtiyaç var. Bakalım ne zaman, nerede, ne şartlarda olacak?
[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]