John Gray
Siyaset Felsefecisi
Tarihin sonu denilen zamandan bu yana yıllar geçti. Yirmi küsür yıl önce Berlin Duvarı yıkılırken, bundan böyle ciddi sorunlar yaşanmayacağını düşünen çok insan vardı.
Amerikalı yazar Francis Fukuyama, 1989 sonbaharında "tarihin sonu" kavramını ortaya atmış, gelecekte en büyük tehdidin iç sıkıntısı olacağını ilan etmişti. Geçmiştekilerden çok farklı bir çağ geldi, diyordu.
Ancak pek de öyle olmadı. Sovyetler Birliği'nin çöküşünü, imparatorlukların dağılmasından sonra olduğu gibi yeni sorunlar ve ayaklanmalar izledi. Kafkaslar'daki savaş ya da Rusya'nın ekonomik başarısızlığı gibi...
Gerçekçi bir bakış açısıyla, ne kadar büyük olursa olsun tek bir olayın insanlık tarihinin sonunu getireceğini düşünmek zaten saçmaydı. Ancak bu fikirle cezbolanlar gerçekçi bir şekilde düşünmüyordu.
Akıllarını çelen bir mit vardı: insanlığın evrensel bir dizi kurum ve değer üzerinde bir araya geldiği miti. Süreç yavaş ilerliyor olabilir, hatta bazen geriye işleyecek gibi de durabilirdi. Ancak bütün insanlık nihayetinde aynı aydınlanmış hükümet sistemi altında yaşayacaktı.
Bir mitin içinde yaşıyorsanız, bu size gerçek gibi görünebilir. Tarihin sonu mitinin içinde yaşayanlara da bu bir tür iç huzuru veriyordu. Ama tarih yeniden hareketlenmeye başladı. Ancak bu kez tehlikeli sulara yelken açtığı görülüyordu ve bu yüzden geçmişin artık bir önemi kalmadığına inanmak daha kolaydı.
Bugün de benzer bir durum söz konusu gibi görünüyor. Birçok kişi için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da kurulan kurumların çöküyor olabileceği fikri düşünülemeyecek kadar korkunç.
Avrupa kurumları bir kuşaktan uzun zamandır barışı korudu ve istikrarlı bir şekilde refahın büyümesini sağladı. Şimdi çökebilecekleri fikri, istikrarlı büyümeye duyulan hakim inanışa meydan okuyor.
Tarihte ani değişimlerin çok ender görüldüğü düşünülür. Ancak son 70 yılın kıta Avrupasını ele alırsanız, sıradan bir Avrupalı kadın ya da erkeğin (eğer İsviçreli ya da İsveçli değilse) bu süre zarfında çeşitli hükümet sistemleri altında yaşadığını görürsünüz.
Neredeyse Avrupa'nın tümü bir süre için Nazizm ya da faşizme teslim oldu. Avrupa'nın yarısı kısa bir demokrasi aralığından sonra Nazizmden komünizme geçti. Bu yarının da çoğu, Rusya hariç, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra işleyen demokrasilere sahip oldu.
Değişen sadece siyasi yönetim biçimleri değildi; hukuk sistemleri ve bankacılık da ulusal para birimleri gibi değişip durdu. Hayatın nasıl yaşandığının çerçevesi bir kez değil defalarca değişiklik gösterdi.
Bu gibi değişim dönemlerinde yaşamanın ne olduğunu anlamak için en iyi yollardan biri benzeri bir dönemde yaşamış insanların öykülerini okumaktır. Yazar Arthur Koestler bu açıdan çok aydınlatıcı bir örnek teşkil eder.
1905'te zengin ve eğitimli bir ailenin çocuğu olarak Budapeşte'de dünyaya gelen Koestler, Birinci Dünya Savaşı'nı takip eden karmaşanın içinde büyümüştü: Orta ve Doğu Avrupa birbiriyle çatışan sosyal ve etnik grupların savaş alanına dönmüştü.
Ekonomi enflasyondan deflasyona ve ardından hiperenflasyona doğru sürüklenip dururken, orta sınıf mahvoluyor, işçiler kitlesel işsizlik nedeniyle mağdur oluyordu.
Siyaset aşırılık yanlısı partilere doğru kaymış, ılımlı gruplar merkezde tutunamayacak kadar güçsüz düşmüştü. Eski düzen bozulmuştu ve yerine ne geçeceği konusunda da bir uzlaşı yoktu. İstikrarlı bir gelişim, istikrarlı kurumların varlığını ve ortak bazı değerler üzerinde uzlaşı olmasını öngörüyordu.
Avrupa'da iki savaş arası dönemde bu koşullar bulunmuyordu. Dolayısıyla tedrici ilerleme yalnızca bir ütopyaydı. Herhangi bir gelişimin ancak büyük bir devrimle mümkün olabileceğine inanan Koestler komünist olmaya karar verdi.
Böylece maceralı ve tehlikeli bir hayata atıldı, Avrupa ve Sovyetler Birliği'nde seyahat etti, İspanya İç Savaşı sırasında Franco güçleri tarafından ele geçirildi ve idama mahkum edildi, son anda Cumhuriyetçilerin elindeki bir Milliyetçi tutsakla takasına karar verildi.
Koestler, serbest bırakılmasından sona Fransa'ya yerleşti. Savaşın patlak vermesiyle bir çalışma kampına kapatıldı. Ardından Kuzey Afrika üzerinden İngiltere'ye iltica etti.
1941'de yayımlanan "Scum Of The Earth" isimli kitabında, Fransa'nın Nazilerin eline düşmesinden sonra aniden nasıl çözüldüğünü anlatıyordu. Bu çözülmeyi betimleyebilme arayışında, böceklerin dünyasından faydalanıyordu.
Koestler insanların sorunlarına topyekün çözümler aramakla suçlanıyor, bu özelliğini kendisi de teslim ediyordu. Ancak Avrupa'da herhangi bir ilerlemenin ancak yıkıcı bir çatışmadan sonra mümkün olabileceğini savunurken topyekün bir çözüm arayışında değildi.
Bir gerçeği teslim ediyordu: Büyüdüğü medeniyet bir ölüm-kalım savaşı veriyordu. Bir komünist olarak kendisini burjuva hayatının bir düşmanı olarak görüyordu. Ancak bir diğer düzlemde, Koestler burjuva medeniyetini daha dayanıklı olacak şekilde yenilemek üzere yüzünü komünizme çevirmişti.
Kısa süre zarfında Sovyet deneyinin bir çıkmazda olduğunu gördü. Ama öyle olsa bile, Koestler'in komünizme bağlılığı gerçekten kötü olan gidişata verdiği bir tepkiydi.
İki savaş arasında, muhteşem olan şey Avrupa'daki tedrici ilerleyişin devamı fikriydi. Bunu teslim ederek hayatı pahasına harekete geçen Koestler tüm eksiklerine karşın kahramanca bir figürdü.
İlerleme ile ütopya fikri birbiriyle çelişiyor gibi görünebilir. Birçok kişi ilerlemenin açık uçlu olduğunu, ütopyanın ise statik bir mükemmellik durumuna işaret ettiğini düşünür. Aslında her ikisi de bir çatışmanın sonunu ve kökten bir değişimi öngörürler.
Ütopyaların sabit ya da durağan olması gerekmez. Marx komünist bir geleceğin kesin doğası hakkında tahminlerde bulunmayı reddetmiştir. Ancak kapitalizmin ortadan kalkmasıyla insanlar arasındaki çatışmanın temel nedenlerinin de sonsuza dek yol olacağından asla şüphe etmemiştir.
Tuhaf bir rastlantıyla, Avrupa'nın bugünkü dış borcunu kapatabilmek için aldığı kemer sıkma önlemlerinin etkisi iki savaş arası yıllarda olduğu gibi burjuva hayatını baltalayacaktır.
Henüz o dönemde olduğu gibi aşırı tepkiler görülmüyor. Kamu hizmetlerinin kesilmesi, emeklilik haklarının paramparça edilmesi, sıfıra yakın faiz oranı rejimlerinin dayatılması hiperenflasyon ya da deflasyon kadar yıkıcı etkilere yol açmadı.
Ancak çoğunluğun her tür güvenlikten yoksun kalması ve gençlerin önündeki fırsatların kaybolması Avrupa'da 70 yıl önce yaşananlardan temelde çok da farklı değil. Yöneticilerimiz çoğunluğun hayat standartları pahasına bankacılık sistemini korumaya karar vermişler gibi görünüyor. Birinin diğeri olmaksızın ayakta kalıp kalamayacağını zaman gösterecek.
Sanki geçmişte çok sık görülmüş olan bir değişim dönemine giriyor gibiyiz. Avrupa'da bankacılık sisteminin çökmesi ya da euro gibi küresel bir para biriminin yok olması imkansız gibi görünebilir.
Ancak Sovyetler Birliği aniden çöktüğünde vatandaşlarının yaşadığı da buna çok benzer bir deneyimdi ve benzeri bir şeyin tekrar yaşanmayacağının bir garantisi yok.
İlerlemeye inananların keyfini kaçıracak bir olasılık olabilir bu. Ancak bu mitten kendinizi kurtarabilirseniz, umutsuzluğa kapılmak için hiçbir neden olmadığını göreceksiniz. İnsan eliyle inşa edilmiş bir dizi düzenlemenin çökmesi nihayetinde dünyanın sonu değildir.
Tüm karışıklıkların ortadan kalktığı bir gelecek hayali kurmaya meyilliyiz. Böylesi bir denge hali tarihin sonunu müjdeleyen Fukuyama tarafından öngörülmüştü.
Fukuyama'nın kendisinin de itiraf ettiği gibi bu çok da cezbedici bir öngörü değil. Ancak bir son korkusuyla yaşamak da bir son umuduyla yaşamak kadar boğucu... Her iki durumda da hayatlarımız çoğunlukla düşsel kalacak bir geleceğin gölgesinde harcanmış oluyor.
Birçok insan, geleceğin geçmişten daha iyi olacağına inanmadan yaşayamayacaklarını söylüyor. Ancak hayatlarımıza bir anlam katmak için geleceğe baktığımızda, burada ve şimdi kendimize katabileceğimiz anlamları kaçırıyoruz.
Karşı karşıya olduğumuz görev insanların hep karşı karşıya olduklarından farklı değil: kendini tekrarlayan kötülükler karşısında hayatlarımızı yenilemek. Ne mutlu ki son asla gelmiyor. Bir son beklemek şimdinin değerini bilememek demek ve şimdi, gerçekten sahip olduğumuz tek zaman.