İstanbul’dan sabah erken saatlerde yola çıkıp yaklaşık 5 saat süren keyifli bir yolculuğun ardından Karabük’ün o nostaljik güzeli Safranbolu’ya ulaştım. Daha ilk anda burnuma gelen odun sobası kokusu, kafamda eski Türk filmleri fon müziği çaldı resmen. Şehre girerken sizi karşılayan manzara öyle başka ki; sanki bir ansiklopedi sayfası açılmış da içine girmişsiniz gibi. Arnavut kaldırımlı yollar, taş duvarlar, ahşap cumbalı evler… Safranbolu, sadece bir şehir değil, yaşayan da bir tarih.
Konaklama için tercihim bir Osmanlı konağından yana oldu. Ahşap kirişli odası, camdan görünen avlusu ve içten içe huzur veren sessizliğiyle burada geçirdiğim her saniye tam bir zaman yolculuğu gibiydi. Sabah kahvaltısını avluda yaparken, kuş sesleriyle kahvenizi yudumlamak, güler yüzlü insanlarla selamlaşmak… Bu küçük anlar sayesinde sürekli “İyi ki buraya geldim!” dedim.
Bu küçük ama görkemli şehri tanımaya karar verdiğimde ilk durağım Hıdırlık Tepesi oldu. Şehrin panoramik manzarasını buradan izlemek, Safranbolu’ya dışarıdan bakmak gibi. Cumbalı evlerin o simetrik dizilişi, bacalardan yükselen ince dumanlar ve ufukta kaybolan yumuşak yamaçlar… İnanın bana gökyüzü burada farklı mavilikte.
Bilmediğim sokaklarda yürürken biraz kayboldum ama sora sora bir şekilde kendimi Çarşı bölgesine getirebildim. Burada lokum dükkânları, demircilik atölyeleri, bakırcılar ve kahveciler, kısacası Safranbolu’yu Safranbolu yapan tüm kültürel dokular var. Biraz dolandıktan sonra Köprülü Mehmet Paşa Camii avlusundaki şadırvanın sesi eşliğinde biraz soluklandım, içim huzurla doldu. Nereye gitmeliyim diye düşünürken 80’li yaşlarında olduğunu öğrendiğim bastonlu tatlı bir amca “Safranbolu’ya gelip de Kaymakamlar Gezi Evi’ni görmeden olmaz.” dedi. Bu geleneksel Osmanlı konağı, dönemin yaşam biçimini tüm detaylarıyla yansıtıyor. Ahşap tavan süslemeleri, sedirli oturma odaları, dönme dolaplar… Her detayda el emeği, her odada geçmişin zarafeti vardı.
Öğle yemeği için tercihim yöresel tatlardan yana oldu: Safranlı pilav, etli yaprak sarma, yanında buz gibi hoşaf… Üzerine bir de cevizli höşmerim. Hem mideyi hem kalbi doyuran bir sofra. Yemek sonrası ise meşhur Safranbolu lokumlarından tadım yapmadan olmazdı tabii. Damla sakızlıdan safranlısına, fıstıklısından güllüsüne kadar çeşit çeşit lezzet…
İkinci gün sabah erkenden Yörük Köyü’ne gittim. Burası adeta Safranbolu’nun daha da sade, daha da öz hali. 700 yıllık geçmişi olan bu köyde yürürken zaman durmuş gibiydi. Ayakta kalmayı başarmış taş evler, kapı önünde oturan teyzeler, el işi ürünlerin satıldığı küçük tezgâhlar… Burada içilen çayın bile tadı başka geliyor.
Dönüş yoluna geçmeden önce, İncekaya Su Kemeri’ne uğradım. Tokatlı Kanyonu üzerindeki bu tarihi yapı, muazzam bir mühendislik harikası. Kemerin üzerinden yürürken bir yandan aşağıdaki uçsuz bucaksız yeşilliğe bakıyor, bir yandan da insan eliyle doğa arasında kurulan o eski dengeyi hissediyorsunuz.
Safranbolu, sadece bir hafta sonu kaçamağı değil; aynı zamanda bir durup derin nefes alma, geçmişi bugünde yaşama fırsatı. Her sokağında, her taşında zamanla kurduğun sessiz bir dostluk var. Acele etmeyenlerin, yavaşlamayı bilenlerin, bir fincan kahveyle saatler geçirebilenlerin şehri. Ve inanın, oradan dönerken sadece valizini değil, ruhunuzu da biraz daha hafiflemiş hissediyorsunuz.