Zeki Demirkubuz’un sinemasını anlamak kolay değildir. Hatta ilk bakışta "sıkıcı" bulanlar bile olabilir. Ama bir kez o dünyanın içine girince, karakterlerin o sessiz çatışmalarına tanık olunca, artık geri dönüş yoktur. Her şey çok yavaş ilerliyor gibi gelir, ama aslında ruhlar hızla çözülüyordur içeride.
Demirkubuz’un hayat hikâyesi de sineması kadar sarsıcı. Cezaevi yılları, varoluşla kurduğu mücadele, kitaplara ve felsefeye tutunuşu... Özellikle Dostoyevski etkisi çok açık. Ama bu bir kopyalama değil; tam aksine, ruhsal bir akrabalık. Tıpkı Dostoyevski gibi, o da insanın çamurlu taraflarını cesurca anlatmaktan çekinmez. "İyi insan" mitini bozar, “kötülük” kavramını yargılamaz ama anlamaya çalışır.
Demirkubuz’un filmlerinde karakterler genellikle çok az konuşur. Ama bu suskunluk, anlatmak istedikleriyle kıyaslandığında belki de en doğru yoldur. Çünkü bazı duygular, kelimelere sıkıştırılamaz. Zeki Demirkubuz bize bunu hatırlatır. Onun sineması, diyaloğun değil, bakışın, duruşun, uzun süren sessizliklerin dilini kullanır.
Zeki Demirkubuz, hiçbir zaman popüler olmayı ya da kalabalıklar tarafından alkışlanmayı istemedi. O, kendi yolunu çizdi ve o yoldan hiç sapmadı. Ne gişe kaygısı güttü ne festival modalarına uydu. Bu yönüyle, Türk sinemasında gerçekten özgün kalmayı başarabilmiş nadir yönetmenlerden biri oldu.
Onun filmlerine döne döne bakmak gerekir. Çünkü her izleyişte başka bir detay, başka bir kırılma, başka bir yüzleşme çıkar karşımıza. Bir Zeki Demirkubuz filmi izlemek, aslında insanın kendiyle yüzleşmesi gibidir. Belki biraz can acıtır, ama sonunda içimizdeki o derin sükûneti fark ederiz.
Zeki Demirkubuz’un sineması kolay hazmedilen bir sinema değil. Ama işte bu yüzden kıymetli. Onun anlattığı insanlar, aslında biziz. Onun gösterdiği karanlık, bizim içimizdeki gölge. Ve o gölgeyle yüzleşmeye cesaret eden her seyirci, Zeki Demirkubuz’un filmlerinde kendini bulur.
Bu dünyada her şey hızla tüketilirken, onun sineması hâlâ içimize sessizce dokunabiliyorsa... Belki de gerçek sanat budur.