Selanik’e adım attığınızda sizi önce bir tanıdıklık hissi sarıyor. Sanki geçmişte bir yerlerde karşılaşmışsınız da şimdi yeniden buluşmuşsunuz gibi. Bu şehirde hem Ege’nin huzuru var hem de Balkanların kıpır kıpır coşkusu. Belki de bu yüzden insan kendini yabancı hissetmiyor. Her sokak bir parça İstanbul, bir parça İzmir, ama yine de tamamen Selanik.

İstanbul’dan arabayla yaklaşık 6 saat süren yolculuk sonrası Selanik’e vardım. Sınır geçişi epeyce kolaydı, yollar geniş ve ferah… Şehir merkezine ulaştığımda ilk durak tabii ki meşhur Beyaz Kule oldu. Şehrin simgesi sayılan bu kule, Osmanlı döneminden kalma. Denize sıfır konumu, etrafındaki geniş yürüyüş yolu ve martı sesleriyle insana nefes aldırıyor. Kuleye çıkıp Selanik’e yukarıdan bakmak, şehre hoş geldin demenin en keyifli yolu bence.
Selanik’in en güzel tarafı, yürüyerek keşfetmeye çok uygun olması. Beyaz Kule’den yürüyerek birkaç dakika içinde Aristoteles Meydanı’na ulaşılıyor. Bu meydan tam bir buluşma noktası. Kafeler dolu, çocuklar bisiklet sürüyor, yaşlılar gölgede sohbet ediyor. Ben de bir kafede oturup lezzetli yumuşak içim bir kahve eşliğinde kalabalığı izledim. Bu şehirde insan hem hareketli hem huzurlu olabiliyor, bu nadir bir denge gerçekten.
Biraz daha içerilere ilerlediğinizde Ano Poli, yani Eski Şehir çıkıyor karşınıza. Dar sokaklar, taş evler, begonviller ve arada bir kulağınıza çalınan bir buzuki sesi… Burası şehrin en romantik köşesi olabilir. Osmanlı’dan kalma evlerin hâlâ yaşadığı bu bölgede gezinirken zamanın içinde yürüdüğünüzü hissediyorsunuz. Hele ki Atatürk’ün doğduğu evi gezmek… Tarih sadece kitaplarda değil, burada duvarlarda, taşlarda, hatta sokak aralarındaki sessizlikte bile yaşıyor.
Yemek meselesine gelirsek… Selanik bu konuda fazlasıyla cömert. Öğle yemeğinde bougatsa denilen tatlı ya da peynirli böreklerden tattım. İncecik hamur, bol iç, çıtır çıtır bir keyif. Akşam yemeği için ise rotamı Ladadika bölgesine çevirdim. Canlı müzikli tavernalar, ışıl ışıl sokaklar, küçük masalar… Mezeler, ahtapot ızgara, uzo derken zaman nasıl geçti anlamıyorsunuz. Garsonun getirdiği küçük ikramlar, yan masadaki turistin gülümsediği selam, fondaki müzik… O geceyi hâlâ kalbimde taşıyorum.
Selanik’in gece hayatı da oldukça hareketli. Ama isterseniz sadece deniz kenarında yürüyüş yapıp, rüzgârı yüzünüzde hissederek bir dondurma yiyerek de geceyi huzurla tamamlayabilirsiniz. İlla yüksek sesli müzik gerekmiyor; bu şehir her modunuza uygun bir versiyonunu sunuyor size.
Selanik’te beni en çok etkileyen anlardan biri ise Atatürk’ün doğduğu eve yaptığım ziyaret oldu. Şehrin merkezine oldukça yakın bir konumda bulunan bu müze ev, 1881 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün dünyaya geldiği yer. Pembe-beyaz cepheli bu mütevazı yapı, içeri girdiğiniz anda sizi yıllar öncesine götürüyor. İçeride Atatürk’e ait eşyalar, döneme ait fotoğraflar ve ailesine dair detaylarla dolu odalar var. Üç katlı bu evde dolaşırken yalnızca bir liderin değil, bir halkın kaderini değiştirmiş bir insanın izleriyle karşılaşıyorsunuz. Evin bahçesindeki nar ağacı hâlâ ayakta; rivayete göre Atatürk doğduğunda dikilmiş. O ağacın gölgesinde bir süre durmak, tarih karşısında derin bir saygı duymanıza sebep oluyor. Selanik’e gelip de bu evi görmeden dönmek olmaz; çünkü burada sadece geçmiş değil, kim olduğumuzun da izleri saklı.
Selanik, sadece geçmişiyle değil, bugünüyle de sizi etkileyen bir şehir. Kendine özgü bir karakteri var; naif ama güçlü, sade ama zengin… Ne zaman giderseniz gidin, hem başka bir zamana hem de kendi iç sesinize doğru bir yolculuk yapmış gibi oluyorsunuz. Eğer yolunuzu Balkanlara düşürmeyi düşünüyorsanız ya da tanıdık ama farklı bir Avrupa şehri arıyorsanız, Selanik’i ertelemeyin derim. Gitmeden dönmeyin: Atatürk’ün evini görmeden, Beyaz Kule’den şehri selamlamadan, Aristoteles Meydanı’nda bir kahve içmeden…