Yazın cıvıltılı sesleriyle tanıdığım Bozcaada, bu kez beni sessizliğiyle karşıladı. Yaz kalabalığının yerini rüzgârın usulca taş sokaklara çarpan sesi almıştı. O alıştığım canlı sokaklar, bu mevsimde daha sakin, daha dingin ve bir o kadar da gerçekti.

Anladım ki kış mevsimi Bozcaada’ya başka bir karakter katıyor. Adanın o meşhur beyaz badanalı Rum evleri, şimdi rüzgârla dans eden çıplak sarmaşıkların gölgesinde. Sokaklarda yürürken her adımda tarihle başbaşa kalıyorsunuz. Ne bir gürültü, ne bir kalabalık... Sadece siz, rüzgâr ve taş duvarların fısıltısı.
Geyikli’den feribota bindiğimde, yolculuğun yaz mevsimindeki gibi telaşsız ama çok daha huzurlu olacağını hissediyordum. Kış güneşi, denizin üzerinde altın bir parıltı gibi süzülüyordu. Adanın silueti uzaktan yine büyüleyici; ama bu kez sanki biraz daha gizemli, biraz daha içine kapanık gibiydi. Yani bir dost gibi… Yıllar sonra buluştuğun ama hiç yabancılaşmadığın bir dost.
Bozcaada’da kışın ilk durak, her zamanki gibi kale oldu. Kalenin rüzgâr alan burçlarında biraz daha fazla kaldım, biraz daha derin düşündüm. Yazın aceleyle geçilen sokakları bu kez sindirerek yürüdüm. Rum Mahallesi’nde neredeyse kimseler yoktu ama her ev, her pencere ayrı bir hikâye fısıldıyordu.
Kış Bozcaada’sı sıcak bir soba başında edilen uzun sohbetler, ada halkının sıcacık selamları ve belki de şarap tadımını sadece siz ve üreticiyle paylaşabileceğiniz kadar özel hissettiren anlar sunuyor. Ben o günlerden birinde Talay Şarapçılık’a uğradım. İçeride soba yanıyordu, dışarısı gri ama keyifliydi. Şarabın hikâyesi daha bir anlamlı geliyor insanın kulağına, dışarıda hafif bir Ege yağmuru çiselerken…
Ayazma da bu mevsimde çok başka. O yazın kalabalığı, şemsiye sıraları ve kahkaha seslerinin yerine yalnızca martı çığlıkları ve dalga sesleri var. Kıyıya oturup ayaklarımı serinliğe bırakamasam da, gözlerimi maviliğe bırakabildim. Kimse sizi uyarmıyor, çağırmıyor, acele ettirmiyor. Doğayla tam bir baş başalık hâli.
Elbette ada bu mevsimde tüm restoranlarıyla açık değil. Ama işte tam da bu yüzden gerçek Bozcaada ile tanışıyorsunuz. Açık olan birkaç mekânda çorba içip soba başında ısınırken kışın ada hayatını yaşayan birkaç yerliyle sohbet etmek, size turistik bir tatilden çok daha fazlasını veriyor.
Bir gün batımını Polente’de izleyemedim bu kez, çünkü o bölge rüzgârdan çok sertti. Ama onun yerine, rüzgârda uçuşan çamaşır iplerini, çatılarda sakince sallanan antenleri ve bacalardan süzülen dumanları izledim. Bu da adanın sessiz sinemasıydı belki… Ve inanın bana, izlemeye değerdi.
Son günümde, adanın fırınından sıcak bir kurabiye alıp limana yürüdüm. Feribot iskeleye yanaşırken arkamda kalan bu sessizliği biraz da içime taşıyordum. Kış vakti Bozcaada’da olmak, yalnızca bir yer görmek değil; kendi sesini daha net duymak, gündelik hayatın gürültüsünden birkaç günlüğüne uzaklaşmak demekti. Ege sahillerini kışın görmek insanın kalbinde bambaşka kapılar aralıyor, mutlaka Bozcaada’ya bir kış gidin derim.