Mynet Trend

BİZE ULAŞIN

Bireyin toplum ve suçla olan ilişkisinin anatomisi: Polisiye edebiyatın yeniden yükselişi

Birçok edebi tür gibi polisiye de günümüz toplumu ve teknolojilerinin ışığında yeniden üretiliyor.

Bireyin toplum ve suçla olan ilişkisinin anatomisi: Polisiye edebiyatın yeniden yükselişi

Mustafa Cem Dönmez / Mynet Haber

Klasik hafiyelik hikayelerinden uluslararası büyük siyasi komplo teorilerine, ajanlık hikayelerinden gerilim dolu suç hikayelerine polisiye edebiyatta, TV’de ve sinemada yeni altın çağını yaşıyor.

Gizemli cinayetleri çözen akıllı hafiyelerden suçun anatomisine

Polisiye hikayeler özellikle televizyonda ve edebiyatta yeniden bir yükseliş içerisindeler üstelik anlatılan hikayeler artık yalnızca bir dedektifin gizemli bir cinayeti çözmeye çalışmasından ibaret değil. Uluslararası politik komplo teorilerine de suçlunun ve suçu çözenin psikolojik durumuna da hatta hikayelerde anlatılan suçların işlendiği bölgelerin sosyolojik çözümlemelerine de hikayelerde rastlamak mümkün. Yıllarca edebiyat dışı ve sanattan uzak olarak görünen tür, kendini yeniden tanımlarken ve bir süredir uzaklaştığı popülaritesine yeniden kavuşurken sizinle beraber polisiye dünyasında bir yolculuğa çıkalım istedik.

Polisiyenin başlangıcı antik Yunan tragedyalarına ve Binbir Gece Masalları’ndaki Üç Ağaç hikayesine kadar uzansa da bu anlatılardakileri net bir şekilde polisiye olarak tanımlamak pek de doğru değil. Bu anlatılarda genelde bir olayın sorgulayarak çözülmesi gibi bir durum bulunuyor elbette ama bir hikayede sadece bulmacalar olması ve kahramanın bu bulmacaları çözmesi onu polisiye yapmıyor. Bildiğimiz şekliyle ilk polisiye örneği olarak Voltaire’in 1748 yılında yazdığı ana karakterinin analiz becerilerini konuşturduğu Zadig romanını gösterebiliriz. Polisiye roman yazarları için erken tarihin en önemli ilham kaynağı ise Edgar Allen Poe’nin ‘The Murders in the Rue Morgue’ (Morgue Sokağı Cinayetleri) oldu. Bu hikayede ilk defa karşımıza kurgusal bir dedektif olan C. Auguste Dupin çıkar. Poe, Auguste Dupin karakterinin başrolünde olduğu daha farklı polisiye öyküler de yazar. Bu eseriyle Edgar Allen Poe, polisiye romanın altın çağını şu sözlerle özetliyor: Çok başarılı ve zeki bir dedektif ve onun gözlem ve analiz yeteneği ile çözdüğü cinayetler...

Polisiyenin Altın Çağı

Auguste Dupin’i daha sonra birçok kurgusal dedektif takip etti ancak bunlardan ikisi altın çağa damgasını vurmayı başarır: Sherlock Holmes ve Hercule Poriot. 1887 yılında Sir Arthur Conan Doyle tarafından yazılan ‘A Study in Scarlet’ (Kızıl Dosya) romanında kurgusal dedektiflerin belki de en ünlüsü Sherlock Holmes ilk defa görünür. Sherlock Holmes karakterini günümüz dünyasına taşıyan Sherlock dizisinin yayınlanan ilk bölümü de Kızıl Dosya’yı temel alarak çekildi. Sherlock, tam olarak çağını yansıtan bir karakterdir. Arkası arkasına bilimsel çalışmaların yapıldığı, aydınlanma çağının dedektifi olarak Sherlock, gizemli ve metafizik gibi görünen olayları muazzam gözlem yeteneğiyle ve akılcı yaklaşımıyla çözer ve aslında göründüğü gibi olmadığını okuyuculara gösterir. Hercule Poriot ise Agatha Christie tarafından 1920 yılında yazılan ‘The Mysterious Affair at Styles’ (Ölüm Sessiz Geldi) romanında ilk defa görünür. 1975 yılında çıkan ‘Curtain’ (Ve Perde İndi) romanında son kez görünmesine kadar geçen sürede tam olarak 33 romanda ve 54 kısa öyküde boy gösterdi. O kadar ünlüdür ki öldüğü hikayeden sonra ilk defa The New York Times gazetesinde kurgusal bir karakter için ölüm ilanı verildi.

Altın çağı en iyi tanımlayacak kelimeler ise gizem ve _bulmaca_dır. Dedektiflerimiz genelde bir cinayeti, görgü tanıklarını sorgulayarak, olay yerini inceleyerek ve gözlem yetenekleriyle çözer. Katili tahmin etmeye çalışmak ve olayların akışını takip etmek okuyucunun en büyük keyfidir. Hikayelerin sonuçları genelde şaşırtmayla biter, katil okuyucunun tahmin ettiği kişiden farklıdır, katil kitabın sonuna kadar elini belli etmez. Bu bulmacayı çözmek için detaylar çok önemlidir. Cinayetler kusursuz işlenemez ve dedektiflerimiz sıradan polislerin asla fark edemeyeceği bu kusurları yakalamayı iyi bilir.

Kara roman

Altın çağ dönemi polisiyeleri her ne kadar keyifli okuma vadetseler de bir süre sonra tekrar hissi yaratmaları mümkündür. Bunun yanı sıra psikoloji, politika ve cinayetlerin işlendiği çevrenin sosyolojisi altın çağ öykülerinde kendine yer bulsa da öykülerin ana damarı değildir. İki dünya savaşı arasında ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra savaşın eziciliğini yaşamış olan Avrupa’da ve büyük buhrandan sonra ABD’de sinemada ve edebiyatta 'noir fiction' yani kara kurgu ortaya çıkar. Artık başrolü akıl değil suç alır çünkü savaş dönemlerinde ve ekonomik buhranlarda suç oranı yükselir, üstelik batı dünyası kendi elleriyle dünyada geri dönülemez yaralar açması nedeniyle toplum büyük bir boşluk içindedir. Milyonlarca insanın o veya bu şekilde ölüme sürüklendiği, insanların yaşayışlarına ve kendilerine yabancılaştığı bir dönemde bunun olması kaçınılmaz kabul edilir ve doğal olarak bu durum edebiyata da yansır.

Kara romanda cinayeti kimin işlediğini bulmaya yoğunlaşılmaz, çoğu zaman cinayeti kimin işlediği apaçık ortadadır. Kara roman, bizi suçlunun aklına davet eder. Cinayeti işleyenin ve soruşturanın psikolojisi daha çok ön plana çıkar. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını bu bağlamda kara roman için ilk örnek sayabiliriz. Polisiye adına ise ilk örnekleri Karl Çapek tarafından verildi. Karl Çapek’in polisiye öykülerinde sıradanlık vurgusu vardır, hatta öyle ki polisiye öykülerinden derlenerek ülkemizde basılan kitabın adı da _‘Sıradan Bir Cinayet’_tir. Çapek bu öykülerinde suçun felsefesi üzerine kafa yorar. Özellikle, bir seri katil hikayesi olarak başlayan Hesap Günü öyküsünde bu görülebilir. Öyküde ölü ele geçirilen seri katil için öbür tarafta bir mahkeme kurulur, mahkemenin tanığı ise tanrıdır. Çapek, öyküsünde tanrıya yargıç değil tanık sıfatını uygun görür çünkü her şeyi gören, her insanın içini bilen tanrı ancak bir tanık olabilir.

Kara roman türünün bir başka yıldızı ise Patricia Highsmith’in Ripley karakteridir. Karakter, sinemaya da aktarılan ilk kitabı ‘Talented Mr. Ripley’ (Yetenekli Bay Ripley) ile 1955 yılında ilk çıkışını yapar. Bu ilk kitapta Tom Ripley, zengin Dickie Greenleaf’i öldürerek fiziksel benzerliklerinin de yardımıyla yerine geçer ve onun hayatını yaşar. İlk romanda Ripley karakterinin ait olduğu çalışan sınıfını terk ederek, gıpta ettiği, yaşamak istediği hayatı yaşayan, baba parasıyla gününü gün eden Dickie’nin yerine geçmek arzusundadır ve bu arzusunu da başarır. Karakterin ruh haline derinlemesine girmemizi sağlayan bu romanda ayrıca sınıflar arasındaki farkı da vurgular. Ripley karakteri ile işçi sınıfının en büyük problemi, diğer sınıfa karşı duyulan öfkenin yerine geçme arzusuna dönüşmesini ve içinde barındırdığı devrimci ruhun, değişime ön ayak olabilecek gücün körelmesi gibi okunabilir.

Leo Malet romanları ise suçun doğasını en iyi kavrayan, kara roman türünü en iyi tanımlayan romanlardır. Leo Malet ülkemizde yayınlanan Kara Üçleme kitaplarında Paris’in ve Fransa’nın karanlık yüzüne eğiliyor. Cinayetler, ihanetler, soygunlar arasında insan ruhunun derinlemesine analizini ve suçun anatomisini çıkararak sunuyor. Bütün bunları yaparken çarpıcı olayları bir tokat gibi vuruyor ve okuyucuyu sarsmayı başarıyor.

Adalet arayışı; kendi adaletini yaratmak için suç işleyenler

Kara kurgular anti kahramanları ortaya çıkardı. Bir anti kahraman, görev tanımı suçluyu tespit etmek olan ve sadece zekasını kullanan altın çağ dedektiflerinin aksine suçluyu yakalamak için gerekirse kanun dışı yollara ve şiddete başvurabilir. Bu dönemde görevi adalet dağıtmak olmasa da yozlaşmış toplum ilişkilerine ve kanun koruyucuların yetersizliğine tepki duyarak bu görevi üstlenen karakterler ortaya çıkarır. Çizgi romanlarda ve televizyon dizilerinde daha sık rastladığımız vigilante yani kendi adaletini sağlayan karakterler polisiyeye daha farklı bir bakış açısı katmışlardır. Daredevil, Batman, Dexter ve Punisher gibi karakterleri ve öykülerini bu sınıf içerisinde değerlendirebiliriz.

Bu tip öykülerde temelde iki farklı tip karakter ortaya çıkar; kanun koruyucuların yani polislerin ulaşamayacağı noktalara ulaşabilen ve suçluyu adalete teslim edenler ve suçluyu öldürmekten çekinmeyenler. Daredevil ve Batman öldürmeme ilkesini benimseyen vigilante karakterler içerisinde en popüler karakterler olarak göze çarparken, Dexter ve Punisher gibi karakterlerin öldürmekle herhangi bir problemi yoktur. Hatta öldürme eylemine karşı konulmaz bir tutkuyla bağlıdırlar.

Batman, çizgi romanlarında dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dedektifi olarak da anılan bir karakterdir. Gerçekten de özellikle ilk dönem hikayelerinde Batman kimliğini kendisine maske edinen Bruce Wayne daha çok bir dedektif olarak çalışmaktadır, hikayeleri yine yer yer karanlıktır ancak henüz vigilante kimliğinde değildir. Özellikle 60’larda yayınlanan televizyon dizisinin de etkisiyle daha çok absürt hikayelerin içinde bulunan, neredeyse Pembe Panter filmlerinin sakar dedektifi Müfettiş Clouseau karakteri gibi bir karaktere dönüşmektedir. Daha sonra onu bu kimliğinden kurtarmak isteyen yazarlar, Batman hikayelerinin havalarını daha karanlık bir hale büründürür, 80’lerin sonundan günümüze kadar geçen süreçte ise vigilante yani kendi adaletini sağlayan kişi kavramıyla adeta özdeşleşen bir karakter halini alır. Bu özellik serinin kötü adamlarına da yansımıştır, diğer süper kahraman hikayelerinin aksine Batman hikayelerinin kötüleri genelde süper gücü olmayan, delilik derecesinde takıntılı ve kötülüğü bir felsefe haline getirmiş karakterlerdir. Özellikle de Batman’in neredeyse bir antitezi olan Joker karakteri Batman’in kötü adam galerisi içerisinde bir adım öne çıkar. Batman’i Joker olmadan düşünmek imkansızdır. Gelmiş geçmiş en iyi Batman hikayesi sayılan The Killing Joke (Öldüren Şaka)’da ünlü çizgi roman yazarı Allan Moore tarafından bu konu enine boyuna irdelenir. Batman karakterinin de en az Joker karakteri kadar suça yatkın ve deli olduğu, Batman ve Joker’in farklılıklarından çok benzerlikleri bulunduğu vurgulanır. Joker’in Batman’e anlattığı suçlu olmak için ‘tek bir kötü gün yeter’ vurgulu hikayesi bugüne kadar ana akım çizgi romanlarda değinilmiş belki de en felsefi konudur.
Daredevil ve Batman karakterlerinde öldürmeme prensibinin yanı sıra şehrini koruma dürtüsü de ön plana çıkan konulardan biridir. Öykülerde görünen Gotham ve Hell’s Kitchen şehirleri tamamen yozlaşmıştır. Mafyalar ve kötü adamlar bu şehirlerde cirit atar, adalet sistemi ve polis teşkilatı ahlaki olarak çökmüş ve yetersizdir. İki karakterin de polis teşkilatı içerisinde hiçbir zaman yozlaşmayacak, kötülerle işbirliği yapmayacak ideal polis dostları vardır. Temel motivasyonları, idealist polislerin de yardımıyla suçluları adalete teslim etmek ve şehri daha yaşanabilir bir hale getirmektir.

Daredevil ve Batman’in aksine Punisher (Frank Castle) ve Morgan Dexter karakterlerinin suçluları adalete teslim etmek ya da adaleti sağlamak gibi bir motivasyonları yok. Bu tarz karakterlerin motivasyonu genellikle yaşadıkları tek bir kötü gün ve adaletten ziyade intikam isteğidir. Temelde eylemlerini kötü insanlara karşı yaparlar ancak motivasyonları tamamen adaletle ilgili değildir. Dexter karakterini kötülere karşı yönlendiren üvey babasıdır, onun içindeki kötülüğü, iflah olmaz öldürme dürtüsünü bir nevi kullanır. Dexter, öldürmekten zevk aldığı için bu kullanılma durumuna pek de karşı çıkmaz. Frank Castle’ın ise temel motivasyonu intikamdır. Ailesini öldürenlerden intikamını almak için yola çıkar.

Bu karakterlerle birlikte, altın çağdaki gizem çözme hikayeleri ve kara anlatılardaki psikolojik ve felsefik alt yapının yanı sıra adaletin sorgulanması ve toplumdaki yozlaşmalar da polisiyenin konuları arasına girdi.

Polisiye, mekan ve sosyoloji

Her hikayede olduğu gibi polisiyede de hikayenin geçtiği zaman ve olayların meydana geldiği mekan önemli bir yer kaplar. Emrah Serbes’in yarattığı fakat esas hakkını Ercan Mehmet Erdem’in televizyonda verdiği Behzat Ç. karakterini Ankara dışında bir yerde düşünemeyiz. Karakter, bütün özellikleriyle Ankara’yı yansıttığı gibi içerisinde bulunduğu hikayeler de Ankara’ya özgü bir hava taşır. Bürokrasinin tam kalbinde, Behzat Ç. ve ekibi bürokrasiye başkaldıran bir portre çizer, içinde bulundukları memuriyet ortamı ile uyumsuzlardır ama şehirle değil. Pavyona giderler, kimi zaman kendilerini öğrenci ortamlarının ortasında bulurlar, hukukun işlevsizleştiğine birinci elden tanık olurlar, Neşet Ertaş dinlerler kısacası olayların geçtiği mekan, doğrudan hikayenin merkezinde yer alır. Ülkenin başkentinde, ülkede yaşanan ve yaşanmaya devam eden, kadın cinayetleri, Kürt meselesi gibi sorunlara doğrudan değinir.

Polisiye sosyoloji ilişkisinin en doğrudan örneği ise The Wire dizisi. Dizinin yaratıcısı David Simon, bir sosyolog, bu nedenle dizinin geçtiği Baltimore şehrinin koşullarını ve insanları gerçekçi bir şekilde ekrana yansıtabildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin Maryland eyaletine bağlı en büyük şehir olan Baltimore’nin kenar mahallelerinde çok sayıda siyahi vatandaş yaşamaktadır. 28 Mayıs 2015 yılında gözaltındayken hastaneye kaldırılan Afro-Amerikan genç Freddie Gray’in cenazesinde çıkan olaylar bir isyana dönüşmüş, olaylarda 19 bina ateşe verilmiş, 20 polis yaralanmış ve 230 kişi gözaltına alınmıştı. Bu olaylar sırasında şehirde bir hafta sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Son isyan, birçok birikmiş olayın patlak vermesiydi ve The Wire dizisi böyle bir şehrin polisiyesi olarak ekranlara getirildi.

5 sezon süren dizinin her bir sezonunda farklı farklı konular işleniyor, ilk sezonda uyuşturucu ticareti, ikinci sezonda işçi sınıfı ve sendikaların durumu, üçüncü sezonda bürokrasi, dördüncü sezonda eğitim sistemi ve son sezonda yazılı medya temel konular olarak dikkat çekiyor. Dizi, siyahilerin yaşantısını neredeyse bir belgesel gibi işliyor. Gerçeklikle bağını çok sağlam bir şekilde kuruyor, elbette bütün bunlar bir sosyoloğun başarılı gözlemleri neticesinde ortaya çıkıyor. Burada dizinin türü olarak polisiyenin seçilmiş olmasının da elbette bir sebebi var. Suç, sadece hukukun değil aynı zamanda psikoloji ve sosyolojinin de konusu. Dizi, sınıf farklılıklarının insanları suça doğru itmesi, eğitim sisteminin, yazılı medyanın ve politikacıların suç üzerindeki etkisi ve en önemlisi uyuşturucu ticareti gibi büyük illegal suçların hangi katmanlarda ne düzeyde karşımıza çıktığını tüm çıplaklığıyla ve olağanüstü bir gerçekçilikle önümüze sunuyor. Bütün bunları başarılı bir şekilde yapabilmek için de sosyolojik yöntemleri kullanıyor.

The Wire dizisinin başarısı, polisiyenin yeniden yükselişinin de tepe noktalarından biri haline geliyor. Polisiye, giderek de yükselecek gibi duruyor çünkü suçla bu kadar iç içe suça bu kadar yakın bir durumda hiç olmamıştık. İyi ve kötünün birbirine tamamen karıştığı ve bu karışımda çoğunluğu kötülüğün oluşturduğu bir çağdayız, galeyana gelmenin ve galeyana getirmenin çok kolay olduğu, eğitimin etkisinin en azaldığı bir çağdayız ve çoğunlukla bu nedenle polisiye özellikle de kara kurgular ve vigilante karakterler ile yeniden altın çağını yaşıyor.

_Kaynaklar: eksisinema.com, aljazeera.com.tr, timeshighereducation.com, 221bdergi.com, wikipedia.org_

YORUMLARI GÖR ( 0 )

En Çok Aranan Haberler