Ankara Patlaması sonrası gerek siyasilerin gerek hükümet ve iktidarı destekleyen tarafların tepkileri, rahmetli Demirel'in "bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" sözünü hatırlatır nitelikteydi. Türkiye'deki bombalı eylemler, gazetecilerin infazları, siyasetçilerin uğradıkları suikastlerde nedense genellikle sol kesim mağdur olsa da yine fatura sola kesiliyor.
1 Mayıs 1977 katliamından sonra hükümete yakınlığıyla bilinen gazetelerin manşetleri ile 11 Ekim 2015'te hükümete yakınlığıyla bilinen gazetelerin Ankara'daki patlamayı haberleştirmesi arasındaki benzerlik gerçekten yarım asıra yakın sürede bir arpa boyu bile yol alınmadığını gösteriyor.
11 Ekim'deki gazete başlıklarından örnekler vermeden ve karşılaştırma yapmadan önce şöyle kısa bir detay geçmeyi gerekli görüyorum. Demirel'in başbakan olduğu dönemde gerçekleşen 1 Mayıs Katliamı'ndan 1980 darbesine kadar karanlık güçlerce (Eczacılık Fakültesi bombalaması, Abdi İpekçi cinayeti, Cevat Yurdakul cinayeti, Çiçek Sineması bombalaması vs...) gerçekleştirilen olaylar darbeye gerekli zemini hazırladı. Kürt örgütlenmesinin henüz ciddi bir tehlike yaratmadığı o dönem, küresel sermayenin (ve tabii ki Türkiye'nin de) en büyük düşmanı komünizm ve komünistlerdi. Oysa 12 Mart darbesinden sonra Türkiye'de sol parça pinçik edilmiş, hatta farklı hizipler birbiriyle mücadele içindeydi. Üstelik korkulanın aksine (bence çok ilginç bir tesadüf, bu olaydan yaklaşık 1 ay sonra Türkiye'de Genel Seçim gerçekleşti) 1977 seçimlerinde Behice Boran'lı TİP sadece 20 bin oy alabildi.
1977'de hükümete yakın yayın organlarının başlıkları ile 11 Ekim 2015'tekiler arasındaki en önemli ortak nokta; iyimser bir yaklaşımla devletin acizliğinin ve zaafiyetinin, muğlak bir düşman yaratarak üstünü örtme, daha kötümser bir yaklaşımla ise devletin işlediği suçun faturasını hedef göstererek (şaşırtarak) başka bir odağa kesip devleti aklama çabası. Aslında bu iki senaryo da birbirinden kötü. Türkiye'nin başkentinde onlarca resmi kurumun 2-3 kilometre uzağında bir patlamada yüzlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı katledildi. Resmi makamlar güvenlik zaafiyeti olduğuna gülerek itiraz etseler de burada bir güvenlik zaafiyeti olmadığı gerçekten inandırıcı değil. Neden değil? Cumhurbaşkanı Erdoğan, Charlie Hebdo saldırısından sonra Fransa'ya sizin istihbarat teşkilatınız yok mu diye ayar vereli sadece 4 ay geçti. Birileri çıkıp Cumhurbaşkanı Erdoğan'a sizin istihbarat teşkilatınız yok mu diye sorsa... Bu durumda şu yorumu yapabilir miyiz: "Türkiye'nin istihbarat teşkilatı Avrupa standartlarını yakalamış!"
Aslında Türkiye Cumhuriyeti'nin bu devlet sevici geleneğini Osmanlı'dan devraldığını söylemek yanlış olmaz. Aynı kutsal ve dokunulmaz devlet anlayışı dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Bununla birlikte sermaye düzeninin sürdürülebilirliği için, zamanında Osmanlı'nın da yaptığı gibi, küresel güçlerin düşmana ve savaşa olan ihtiyacını tarih (devlet idolojisiyle yoğrulmuş MEB tarih kitaplarından öğrenilemeyecek, resmi tarih dışında kalan tarihten bahsediyorum) yüzlerce, belki binlerce kez önümüze serdi. Bu düşman dün komünizmdi, bugün terör ve muhtemelen yarın başka bir şey olacak. Bu düşmanların amacı ise topluma korku salarak, toplumu sindirerek devlete bağımlı, özgür iradeden yoksun bireyler (ve kitleler) yetiştirerek bu bireyleri, devlet ve devletten çıkar sağlayan iktidar sahiplerinin koltuklarından kontrol ettiği, her türlü kötülüğü yapan araçlara dönüştürmek. Nedir o araçlar? Asker, polis, vatansever, TİT, ETKO, TÜŞKO, JİTEM ve daha nice militer ve paramiliter güç.
Devlete karşı gelen birey ve örgütlenmelerin kafası her zaman eziliyor, ya da ezilmekle tehdit edilerek sindiriliyor. Bu durumda devletin toplum için varolduğunu, demokratik olduğunu söylemek biraz zor değil mi?
Tüm bunların üzerine Başbakan Davutoğlu, daha fazla bombacı olduğu, bombacıların kimliklerinin bilindiği ama eylem yapmadan tutuklanamayacakları gibi ancak kara mizah olarak değerlendirilebilecek bir açıklama yaptı. Meclis'ten, kelimenin tam anlamıyla, kavga-dövüş çıkarılan İç Güvenlik Paketi'nin bu tarz olayları engelleyeceği ön görülmüyor muydu? Davutoğlu'nun kendisi paketin önemini şu kelimelerle savunmamış mıydı: *"**İç güvenlik reformu, alınan bir tedbirdir. Çözüm sürecinin önünü açacak bir tedbirdir. Kimsenin şehirleri sokakları kaosa dönüştürerek kardeşlik projesini sabote etmesini engelleyecek bir yasa tasarısıdır."*
Bu sözler bize, yani vatandaşlara devlete hesap sorma hakkını vermez mi? Devlete hesap soran vatandaş terörist, vatan haini ilan edilecekse bu pakete neden ihtiyacımız vardı? Yüz yıllık devlet geleneği zaten bu değil miydi?
Ya da 9 Ekim'de Reis Rize'de oluk oluk kan akacak dediğinde, bu pakete göre suç teşkil etmiyor muydu söyledikleri? Zaten İç Güvenlik Paketi'ne gelene kadar halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten, en azından, gözaltına alınması gerekmiyor muydu birilerinin? Yok, gerekmiyordu çünkü Reis'in hedef gösterdiği kitle de devlet düşmanıydı, vatan hainiydi zaten. Söylediklerine göz yumulabilirdi, pek tabii. Demirel'in de dediği gibi *sağcılar cinayet işlemiyordu,* devletin gayr-ı resmi tetikçiliğini yapıyor, infazlarını gerçekleştiriyorlardı.** Bu sırada 40 yıldır olduğu gibi solcular kendilerini bombalıyordu.