HABER

Küpeli padişah Yavuz Sultan Selim

Küpeli padişah Yavuz Sultan Selim

İstanbul Boğazı'nda inşasına başlanan üçüncü köprüye 'Yavuz Sultan Selim' adı verildi. Ve tartışmalar başladı. Bizde Yavuz Sultan Selim'in hayatını sizler için derledik


Yavuz Sultan Selim; Osmanlı’nın en meşhur, en başarılı ve en ilginç yaşam öyküsüne sahip padişahlarından biridir.

Fatih Sultan Mehmet'in torunudur. Dedesi onu çok sever ve dizinin dibinden ayırmayıp eğitimiyle bizzat ilgilenmiş.

8 yıl tahtta kalan Yavuz, bu süre içinde Osmanlı'nın topraklarını tam 2.5 katına çıkartmıştır. Bu yönüyle tarihe kırılması imkansız bir rekorla geçmiştir.


Yavuz Sultan Selim, tahta çıkış şekliyle olduğu kadar küpesiyle de Osmanlı'nın sıradışı padişahlarından biriydi.

Ordusuyla zamanın ve mekânın şartlarını sonuna kadar zorlayan bir idealist olan Yavuz Sultan Selim padişahların bile hayran olduğu bir padişahtı…

Geceleri 4 saatten fazla uyumaz, Arapça, Farsça ve Tatarca bilirdi. Çok iyi ok kullanan Yavuz, Osmanlı'daki ilk halifedir.


Yavuz Sultan Selim 8 sene süren taht ömrüne inanılmazları sığdırmıştır. Öldüğünde oğluna eşsiz bir hazine bırakmıştır.

Mısır seferinden öyle bir ganimetle dönmüştür ki altınları koyacak hazine olmadığından yeni hazine odaları yapılmıştır.

Yavuz Sultan Selim, Mekke'deki Kutsal Emanetleri İstanbul'a taşıyan padişahtır da... Bu konuda bir hikaye de vardır...


Yavuz Sultan Selim, ordusuyla beraber Mısır seferine çıkmıştı. Mısır’ın merkezi Kahire’ye ulaşmak için Sina Çölü’nü geçmek gerekiyordu. Kurak ve çorak bu çölü geçmek neredeyse imkânsız gözüküyordu.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yavuz, Sina Çölü’nü ordusuyla geçmeye kararlıydı. Ordu içinde bunun imkânsız olduğunu söyleyenler olduysa da onları susturmasını bildi.


Sina Çölü’nü geçerken yaşanan şu vaka ibretliktir: Sina Çölü’nde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş sıcaklık ve kum fırtınası vardır. Çölde ilerlerken Sultan Selim Han, bir ara atından iner. Sultanın ardından tüm devlet adamları da attan iner.

Başta Sultan Selim Han ve tüm ordu, kurak ve çorak Sina Çölü’nde yayan yürümektedir. Ordu harap ve bîtab hâle gelmiştir.
ÖNÜMDE HZ. MUHAMMED YÜRÜYOR


Yavuz Sultan Selim öldüğünde geride tek varis bırakan ender padişahlardan biridir. Bunun yanında Osmanlı'daki tek eşli olan yegane padişahtır.

KANUNİ'YE KIZMIŞ

Yeri gelmişken oğlu Süleyman ile ilgili anlatılan bir rivayeti de verelim.

Yavuz Sultan Selim, oğlu Süleyman'ı (Kanuni Sultan Süleyman) sarayın şık kıyafetleri içinde görünce "Bre Süleyman anana ne bıraktın" diyerek kızmıştır.


Yavuz Sultan Selim babasına karşı ayaklanıp onun tahttan indiren ilk padişahtır. Babasını İstanbul'dan uzaklaştırdığı sırada onun bedduasını aldığı söylenir.
BEDDUA!

Rivayetlere göre babası tahttan indiren oğluna "Ömrün at üstünde geçe, savaştan savaşa giresin, allah seni galib eylesin, zenginlikle şanla şöhretle gözünü duyursun, ama dilerim ki ciğerini görerek ölesin... " diyerek ona beddua etmiştir. Bu sebeple de Yavuz'un Aslanpençesi hastalığına yakalandığı söylenmiştir.


Yavuz'la ilgili ilginç bir noktada Osmanlı'daki tek sakalsız padişah olmasıdır. Kendisini Yeniçeri olarak gördüğü için sakal bırakmamıştır.

Kulağındaki küpe için de bir çok efsane üretilmiştir. Ancak bazı tarihçiler Yavuz Sultan Selim'in küpe takmadığını öne sürmektedir. Buna karşılık Yavuz, "küpeli padişah" olarak tarihte önemli bir yer edinmiştir.


Yavuz şiire, edebiyata ve satranç oynamaya meraklı biridir. Aynı şekilde Şah İsmail'de de bu özellikler vardır. Bunu bilen Yavuz Şahın şahın bu özelliğinden yararlanmak ister. Tebdili kıyafetle şahın ülkesine gider. Hanlarda , kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. Haber şaha ulaşır.

Şah der ki çağırın birde benimle oynasın. Yavuz Şah'ı da yener. Şah sinirlenir ve Yavuz'a der ki: " Sen edep nedir bilmez misin? Hiç şahlar mat edilir mi?" Elinin tersiyle Yavuza bir tokat atar.


Yavuz Sultan, Şah İsmail'den yediği tokatın acısını unutmaz. Birkaç sene sonra Çaldıran'da Şah İsmail'i yener ve ona bir mektup gönderir.

Mektupta o günkü tokadın acısını aldığını söyler ve ilave eder: "Atacaksan tokadı böyle atacaksın. "


Bunun üzerine elçi şu müthiş itirafta bulunmak zorunda kalır:
- Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.

Kısa sürede Venedik elçisinin bu sözleri Osmanlı Sultanı’nın da kulağına gelir ve haşmetli Sultan şunları söyler:

- Paşalarım, der. Osmanlı Devleti’nin kılıcı parladığı müddetçe zalimlerin boynu daima eğik gezecektir. Ama Allah korusun, bu kılıç ne zaman ki kınına girer de paslanmaya başlarsa, işte o zaman kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize yukarıdan bakmaya başlarlar.


Sekiz ay süren Mısır seferi sona ermiş, dönüş yolculuğu başlamıştır. Yavuz Sultan Selim dönüşte hocası Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal’in yanında bulunmaktadır.

Hem yol almakta hem de hocasına merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden faydalanmaktadır. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir.


Bu arada hiç beklenmedik bir hadise olur ve Kemalpaşazade’nin atının ayağı sürçer. Yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanını kirletir.

Herkesin yüreği ağzına gelmiş, ne olacağını birbirine sormaktadır. Büyük âlim Kemalpaşazade ise başını önüne eğmiş, endişeli gözlerle beklemektedir. Koca Yavuz, değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler:


-“Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir ziynettir.”

Ve kaftanını çıkarıp yaverine uzatırken:

-“Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de ulu hakanın vasiyeti yerine getirilmiş ve sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir.


Hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz Sultan Selim, kısa fakat dolu dolu geçen hayatında küçük bir çıbana yenik düşer. Son anlarında yanında Hasan Can vardır. Yavuz, Hasan Can’a sorar:

- Hasan bu ne hâl?

- Şimdi Allah ile birlikte olma zamanıdır sultanım!

Cevap oldukça düşündürücüdür.

- Bre Hasan, sen bunca zamandır, bizi kiminle bilirdin?


Yavuz Sultan Selim'in nedimlerinden Hasan Can, Tacü't-tevarîh adlı meşhur kitabın yazarı olan oğlu Hoca Saadettin Efendi'ye şunları anlatmıştır:


Yavuz Sultan Selim Hazretleri, gecelerini genellikle kitap okuyarak geçirmeyi adet edinmişti; pek az uyurdu.


Çoğu zaman bana okutur kendisi dinlerdi. Tarihi baştan sona bilirdi. Bir keresinde, bu şekilde bir kaç gece üst üste uykusuz kalmış, sonunda yorgunluktan uyuya kaldım. Padişah da gece biraz uyumuş. Sabah namazını kıldıktan sonra hizmetine koştuğumda, bana:


- Bu gece görünmedin, ne yaptın diye sordu.


- Birkaç gece uykusuz kaldığımdan bu gece gaflet galebe edip hizmetinizden mahrum oldum diyerek özür diledim.


- Pekala! Ne rüya gördün? Dedi.


- Öyle hatırda kalacak rüya görmedim diye cevap verdim!


- Bu ne sözdür? Böyle uzun geceleri hem sadece uyku ile geçir , hem de bir rüya görme! Mutlaka görmüşsündür! Söyle! Benden saklama diyerek ısrar etti. Ne kadar düşündüysem de hatırlıyamadım.


- Nakli mümkün bir şey görmedim diye yemin ettim.


Mübarek başlarını hayretle iki tarafa sallayıp düşündü. Ben de "Bu ısrarla sualin sebebi nedir?" diye hayrette kaldım. Biraz sonra beni bir iş için kapı ağasının bulunduğu daireye gönderdi.


Gittiğimde Hazinedar Başı Mehmed Ağa, Vekilharç Başı Osman Ağa ve Saray Ağası Hasan Ağa'nın, hepsinin topluca bir arada oturduklarını gördüm. Saray Ağası Hasan Ağa'nın başı önünde ve gam ü kasavet içindeydi.


Gerçi salih ve dindar bir kişiydi; ama bu hali, evvelkilerden pek başkaydı. Gözlerinden yaşlar aktığını da görünce, yakınlarından birinin vefat ettiğini zannettim. Kendisine:


- Ağa hazretleri! Kalbiniz kederli, gözünüz yaşlı görünüyor. Hikmeti nedir? dedim.


- Hayır! Hiçbir şey yok dedi, rüyayı benden gizledi, fakat Hazinedar Başı:


- Ağa kardeşimiz bu gece garip bir rüya görmüş, şu anda onun tesirindedir diye açıkladı. Ben:


- Allah Teala hayırlar vere! Bana da söyleyin!. Zira Devletli Padişahım; Sen bu gece mutlaka rüya görmüşsündür! Niçin söylemiyorsun? diye beni azarladı.


Beni sıkıştırması boşuna değildir. Ne gördünse anlat diyerek Hasan Ağa'ya ısrar etti. Söylemekten sıkılarak dedi ki:


- Benim gibi asî günahkarın, padişah huzurunda söylenmeye layık ne rüyası olabilir ki? Lütfen bana bunu teklif etme!


Biz ısrara devam ettik. Gitgide hayası artıyor ve:


Sonunda Hazinedar Başı Mehmed Ağa:


- Niçin söylemiyorsun? Daha önce söylemeğe memur olduğunu kendin açıkladın. Şimdi gizlemek hıyanet olmaz mı? deyince sırrını açıklamaya mecbur kaldı:


- Bu gece rüyamda, bu eşiğinde oturduğumuz kapıyı aceleyle vurduklarını duydum. Ne oluyor diye ileri vardım. Baktım ki kapı dışarısı biraz görünecek kadar aralanmış; ama adam sığmaz. Ne var diye baktım. Ellerinde bayraklar vardı ve silahlarını kuşanmışlardı. Harbe hazırdılar.


Ellerinde birer sancak olan dört nûranî kişi, kapıya yakın duruyordu. Bana: "Niye geldiğimizi bilir misin?" dedi. Ben de: "Buyurun!" dedim. "Bu gördüğün büyük kalabalık Rasulullah'ın ashabıdır. Bizi o gönderdi. Selim Han'a selam etti Hemen kalkıp gelsin, bugünden sonra Haremeyn (Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere) hizmeti ona verildi" diye ferman buyurdu.


Bu gördüğün dört kişi Ebü Bekir Sıddîk, Ömer bin Hattab, Osman Zinnüreyndir. Ben de Ali bin Ebî Talib'im. Git Selim Han'a benim tarafımdan bildir!" dedi ve kayboldu.


Bana dehşet gelip kendimi kaybettim. Sabaha kadar yatıp kalmışım. Hizmetçiler teheccüd zamanı, adetim olduğu halde kalkmamamı hastalığıma hamletmişler.


Sabah namazını kaçırmayayım diye gelip beni uyandırmak istediklerinde, terden su içinde yattığımı görmüşler.


Değiştirmek için çamaşır getirmişler. Beni ovarak uyandırdılar. Alem bana dar geldi. Aklım başıma gelince aceleyle kalktım.


Namazımı kıldım; hatta zor yetiştirdim. Fakat hala benden hayret ve şaşkınlık gitmedi" dedikten sonra tekrar ağlamaya başladı.


Ben de padişahın emrettiği işi görüp hemen, döndüm.


Padişahın huzuruna çıktığımda o, yine rüyadan söz açıp:


-Böyle uzun gecelerde sabaha kadar uyuyup bir şey görmemen bana acayip geliyor. dedi.


Ben de: - Padişahım! Eğer rüyayı bu Hasan kulunuz görmediyse Saray Ağası olan Hasan Ağa görmüşlerdir. Şayet emriniz olursa arz edeyim" dedim.


- Söyle!. Göreyim! buyurdular.


İşittiklerimi anlatırken mübarek yüzleri kızarmaya başladı ve:


- Biz sana her zaman demez miyiz ki "Bizler bir cihete, vazifeli olmayınca hareket etmemişizdir?


Ecdadımız keramet sahibi idi, içlerinde sadece biz (onlara) benzemedik " diyerek tevazu gösterdiler.


Bu rüya olayından sonra sefere çıkan Yavuz Sultan Selim, 1517 yılındaki Mısır Seferi'nden döndükten sonra.


Halife III. Mütevekkil Alallah'ın İstanbul'da kendisine bıraktığı halifelik unvanını üzerine almıştır.

En Çok Aranan Haberler