İSTANBUL (İHA) - İstanbul Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Çiğdem Bal, biyolojik silahları, 'en tehlikeli silah' olarak nitelendirerek, "Çünkü kitle imha silahı olarak bugüne kadar kullanılmış diğer silahlara birçok açıdan üstünlük sağlayan özellikleri vardır" dedi.
Prof. Dr. Çiğdem Bal, İHA muhabirine yaptığı açıklamada, 'Biyolojik Silah' tabirinin, mikroorganizmaların veya toksinlerin hastalık veya ölüm amaçlanarak savaşlarda kullanımını, 'Biyoterörizm'in ise biyolojik silahların panik ve kaos meydana getirmek için sivil halk üzerinde kullanımını ifade ettiğini bildirdi.
Biyolojik silahların ilk kullanımının çok eskilere dayandığını belirten Prof. Bal, düşman ordularının içme suyu olarak kullandıkları kuyulara hayvan ölülerini atarak başlayan hastalandırma operasyonlarının, biyolojik silah kullanımında ilk denemeler olduğunu ve Ortaçağ'da vebadan ölenlerin cesetlerini düşman kalelerinden içeri atmak şeklinde devam ettiğini söyledi.
1754-1767 arası Amerika kıtasının kuzey yarısında süren savaşta İngilizlerin, çiçek hastalarının yattığı hastaneden aldıkları kontamine battaniyeleri ve mendilleri Kızılderililere yollamanın bir yolunu bulduğunu anlatan Prof. Bal, bu salgının, 200 yıl kadar yerli toplumdan silinmediğini vurguladı.
Prof. Dr. Çiğdem Bal, Almanya'nın, Birinci Dünya Savaşı'nda geliştirdiği biyolojik silahlarla, önce Rusya'ya gönderilecek olan koyunları şarbon ve ruam mikroplarıyla enfekte ettiğini, sonra da Fransız birliklerinin atlarına ruam hastalığını bulaştırdığını kaydetti. Japonya'nın, 1932'den İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Mançurya yerleşim bölgesinde 150 bina ve 5 uydu kamptan oluşan komplekste 3 bin bilim adamı ve teknisyenden oluşan kadroyla biyolojik silah çalışmaları yürüttüğünü anlatan Prof. Bal, bölge hapishanesindeki mahkumlar üzerinde şarbon, veba, kolera, menenjit, dizanteri, bruselloz etkeni bakterilerin denenmesi sonucu, 1932-1945 arasındaki 13 yılda 10 bin mahkumun öldüğünü bildirdi.
1941'deki tek bir biyolojik savaş saldırısında, çoğu koleradan olmak üzere 10 bin Japon askerinin hastalandığını ve bin 700'ünün öldüğünü söyleyen Prof. Bal, 2. Dünya Savaşı bitmeden ABD'nin elinde şarbon sporlarıyla dolu 5 bin bomba bulunduğunu, bunların savaş sonrasında ilaç endüstrisinde kullanıldığını vurguladı.
"ÇAĞDAŞ DENEMELER" Biyolojik silah üretme çalışmalarının daha yakın tarihlerde de örnekleri bulunduğunu ifade eden İstanbul Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Çiğdem Bal, 1979'da eski Sovyetler Birliği'ndeki Sverdlovsk'ta bir askeri bölgede, biyolojik silah üretimi laboratuvarından, kazayla sızma sonucu şarbon basillerinin 50 km çaplı alana yayıldığını ve salgında 66 kişinin öldüğünü belirtti.
1980'de Almanya'da Baader Meinhoff terör örgütünün kullandığı bir evde, bilinen en güçlü toksini üreten ve toksin etkisi sonucu çok kısa sürede solunum durmasıyla ölüme yol açan 'Clostridium botulinum' kültürleri bulunduğunu kaydeden Prof. Bal, "Körfez Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler incelemeleri, savaşta kullanılmamış olmakla birlikte, Irak'ın elinde şarbon dahil bir çok biyolojik silah türünün kullanıma hazır bekletildiğini ortaya koydu. Bir kimyasal silah olan sarin gazını, 1995'te Tokyo metrosunda kullanan Japon Aum Shinrikyo grubunun veya tarikatının, şarbon bakterisi ve botulinum toksini başta olmak üzere pek çok biyolojik silah türüyle çalışma yürüttüğü, Tokyo'da en az sekiz kez şarbon ve botulinum toksini ile biyoterörist eylem yaptığı, fakat her nedense hiç birinde başarılı olamadığı, elinde bunları püskürtmek için sprey tanklarıyla donatılmış küçük uçaklarının bile bulunduğu, Ebola virüsünü getirtmek üzere grup üyelerinden bazılarını 1992'deki salgın sırasında Zaire'ye yolladığı ortaya çıktı" dedi.
Biyolojik savaşta kullanılabilecek etkenlerin topraktan, hasta insan veya hayvanlardan elde edilmesi ve üretiminin çok zor olmadığını ileri süren Prof. Bal, dünyadaki 54 kültür koleksiyon merkezinin birinden satın alınmasının mümkün olduğunu savundu. Biyolojik silahların hedef kitlelere yönelik uygulanmasının kolay olduğunu anlatan Prof. Bal, "Alçak uçan bir uçaktan tarım ilaçlaması yapar gibi bakterileri şehirlerin üzerine püskürtme, kalabalık merkezlerde liyofilize bakteri içeren ampuller atma, bazı bakterileri ya da toksinlerini sulara karıştırma gibi çok çeşitli şekillerde ortama yayılması mümkün olabilir, mektupla bile gönderilebileceği görülmüştür. Bu mikroorganizmalar ortama saçıldıktan sonra, insan vücudu gibi uygun bir ortam bulduklarında çoğalmaya başlarlar, kullanıldıkça çoğalan başka bir silah yoktur" diye konuştu.
BİYOLOJİK SİLAHLARIN KONTROLÜ Prof. Dr. Çiğdem Bal, bugün Ortadoğu ülkelerinden bazıları da içinde olmak üzere en az 17 ülkede, biyolojik silah programı bulunduğunu da öne sürdü. Kimyasal ve biyolojik silahların ve zehirli gazların savaşlar sırasında kullanımını engellemek üzere 1925'te Cenevre Protokolu oluşturulduğunu bildiren Prof. Bal, "Bu protokol, biyolojik silahların savaşta kullanımını yasaklıyor, fakat araştırılmasınacmesi sonucu, 1932-1945 arasındanmesi sonucu, 1932-1945 arasındaı, üretilmesini ve stoklanmasını engellemiyordu. Protokolu imzalayan ülkelerden bazıları çalışmalarına yine devam etti, ABD ise protokolu imzalamadı" diye konuştu.
1972'de, uluslararası planda biyolojik ve toksik silahların geliştirilmesini, üretilmesini, bulundurulmasını, stoklanmasını ve başka ülkelere transferini yasaklayan bir anlaşma metni oluşturulduğunu vurgulayan Prof. Bal, "1972 protokolu 143 ülke tarafından imzalandı, 18 ülke sonradan katıldı ve 1975'te yürürlüğe girdi. Buna rağmen tam bir uluslararası kontrolun sağlanmasının, özellikle biyoterörist atakların engellenmesinin ne kadar zor olduğu bugün görülmektedir" dedi.