Bazı ortak yaşam mekanları, sanki bir yangın yeri gibi. Huzursuzluğa teslim olanlar çözüm arıyor.. İşsizliğin, kişisel sorunların tehdit ettiği hayat da, “rehber”, “koç” arayışını çoğalttı.. Teknolojinin iyice kuşatttığı insan, yalnızlaşma ve yabancılaşma duygularıyla kıvranıyor. Sevgi denilen şey, “seni, ihtiyacım olduğu için, seviyorum”a dönüştü.
Ve aynı zamanda, iş yaşamında rekabetin körüklenmesiyle birlikte, insanların “yol bulma” telaşı arttı.. Çünkü hem işsizlik korkusu hem de acımasız rekabet şu vahşi olguyu şahlandırdı: "Eğer yanındakini çiğnemezsen, ezip yok etmezsen asla yükselemezsin, kazanamazsın!" Bu fırtınalı günlerin içinde çıkışsız kalmak, savrulup gitmek güçlü bir olasılık… Kök salan bu anlayışların ortasında huzur hak getire!
İşte “bireysel gelişim” denilen o kavram tam da bu noktada bir anlam taşıyor. “Kendini geliştirme” olgusu, hiç bir zaman diliminde bu kadar popüler olmamıştı. Krizle birlikte işsiz kalan (ya da kalması muhtemel olan) insanlar bu boş geçen günleri “fırsat”a dönüştürmeyi düşünmeli aslında. “Hiç zamanım yok” sözünü artık bir bahane olarak kullanılmayacaksınız bir kere!
‘Deniz durgunken…’
Başarının kurallarını, mutlu olmanın, kazanmanın yollarını anlatan o kadar çok kitap var ki? Artık bir çok insan koltuğunun altında, çantasında ya da cebinde taşıyor bu materyalleri! Bireysel gelişimle ilgili her şeyin bu derece gözde olmasının bir başka nedeni de moral fakirliği… Motivasyon çöküntüsü bir salgın gibi… Herkes birbirinden moral dileniyor! En küçük bir negatif söz, günümüz insanını olumsuzlukla kuşatmaya yetiyor.. Başarıya ve bireysel gelişime dair derinleşme talebi çoğaldıkça, bu alanda yeni yayınlar devreye girdi. Bir “öğrenme yolculuğu” içindeyiz.. Her gün bu kervana onlarca insan koyuluyor. Yanlış bir bakış açısını değiştirecek veya aklı “besleyecek” özel bir cümle, hatta iki kelimelik söz dizini bile iştahla, adet ilaç gibi tüketiliyor.;
Bundan 1750 yıl önce yaşamış bilge yazar Lukianos’un bir sözü anlamlı: “Kaptanın ustalığı deniz durgunken anlaşılmaz!” diyor. Dolu dizgin koşarken, tökezleyenler, kalkıp tekrar devam etme cesaretine sahip olabilmeliler… Önünüze bir beklenmedik krizle ya da bir bunalımla set çekildiğinde, “olağanüstü” çözümler aramayı bırakıp, “küçük şeyler” e şöyle bir dönüp bakın..
Doğanın iyileştirici etkisi
Modern dünyada, ruhlarımız sıkışıp kalıyor. Bir çıkışsızlık söz konusu. Her şeye bakış maddi boyutlarla sınırlı… İnsanla nesne arasındaki “bağımlılığın” gittikçe arttığı günümüzde, ruhlar hırpalanıyor, gıdasız kalıyor. Doğanın kendini yenilemesi gibi, beden ve ruh da yeniliğe ihtiyaç duyuyor. Peki ama nasıl? Bunun çok çeşitli yordamları var.. . Doğa ile bütünleşerek veya tabiatı algılayarak da rahatlamak mümkün. Haftanın en az bir gününü yeşil bir alanda geçirmek, ağaçları seyretmek, doğal ışık ve havayı hissetmekle başlayabilirsiniz .. Aynı zamanda denizin mavi renginin etkisi de farklı değil. Mavi suların ya da yeşil bir doğa parçasının varlığını fark etmenin, ruhu “temizleyici” etkisi yadsınamaz. Filmlerde de senaristler bunu çok iyi resmediyor. Morali bozulan, mutsuzluğa düşen insanların hemen deniz kıyısına ya da ağaçlı, yeşil tepelere koşmasının da böyle bir psikotik anlamı olmalı. Ev satın almak ya da kiralamak isteyenlerin hemen "manzarasını" sormalarının da bilinçaltı bir ifadesi bundan farkı değil.
“Ruhsal beslenme” için
Ağaçlarla, çimenlerle ya da yeşilin herhangi bir cismiyle “bağ kurmak”, hayvanların veya cansız varlıkların “farkında” olmak ruha “iyilik” getiren eylemler… İnsanın kendine aldığı bir demet çiçek bile ruhsal doygunlak sağlayabiliyor. Çünkü kendimize verdiğimiz her armağan, ”motivasyon” için gerekli bir araç. İşte şehirde yaşayan insanların en fazla özlediği renk olan “yeşilin terapisi” bu nedenle önemli. Aslında doğadaki her tonun “temizleyici” etkisi var. Yorgun bedenleri dinlendirme ve dağınık zihinleri sakinleştirme fırsatını yeşilden alabiliriz. Şunu unutmayın, “manzara seyretme”nin “şifa verici” yönü güçlüdür her zaman, Doğaya biraz “farkındalıkla” yaklaşırsanız şifasını size uzatır. Yazar Catharine Sutker, “doğa terapisi”ni şu cümlelerle anlatıyor: “En azından haftada bir kez doğaya karışın. Oraya gittiğinizde, sizi yomayacak şeyler bulun. Binalar ve arabalar değil sadece doğaya baktığınız, fiziksel olarak rahat olacağınız bir yer olduğundan emin olun. Şehrin sesleri duyulmasın. Rahatlatıcı bir çayırda, çevre yolunun gürültüsünü veya inşaat matkapının sesini duymayın.. Rüzgarın dallara çarpmasını dinleyin. Çimenlerin üzerindeki dalgalanmayı, yaprakların yanıp sönen ışıltını seyredin.”
Bu konudaki sorularınızı içeren maillerinizi yanıtlayacağımdan kuşkunuz olmasın:)
Sevgiyle kalın
Ayla Önder
ayla.onder2009@mynet.com