Gökçer Tahincioğlu
Ankara
1996'da, dönemin yöneticileri "her şeyi yiyip içiyorlar" sözleriyle hafife aldıkları eylemlerde çözüm arayışına girdiklerinde, ölüm orucu eylemi çoktan ilk kurbanlarını vermeye başlamıştı.
2000'de eylemcilerle, devlet adına rol üstlenen aydınların "3 kapı 3 kilit" pazarlıkları sürerken yapılan ve trajik biçimde tarihe "Hayata Dönüş" olarak geçen operasyonun sonunda, televizyonlar eylemcilerin zaten kullandıkları bilinen vitamin haplarını göstererek "yiyip içtiklerini" kanıtlamaya çalışıyorlardı.
O her şeyi yedikleri söylenenlerden onlarcası ölüm orucunda sakat kalırken, 122 kişi yaşama gözlerini cezaevlerinde yumdu.
Türkiye'de 1980'lerden bu yana cezaevlerinde ölüm orucu deneyimleri, hep ölümlerle, sakatlıklarla anımsanıyor. Ya da başlangıçta görmezden gelinmeye çalışılan eylemcilerin, ufaldıkça görünür hale gelen bedenleri üzerinden yürüyen pazarlıklar, hep, ölümlerden sonra bir sonuca bağlanabiliyor.
Hükümetin de ısrarla üzerinde durduğu gibi PKK'lı tutuklu ve hükümlülerin "süresiz ve dönüşümsüz" olarak nitelemelerinden dolayı aslında ölüm orucundan farkı olmayan açlık grevi eylemleri talepler noktasında diğerlerinden ayrılıyor.
1980'lerden 2000'e "cezaevi koşullarının iyileştirilmesi, tek tip kıyafet giydirilmemesi, 'tabutluk' olarak nitelenen hücre tipi cezaevlerinin açılmaması, F tipi cezaevlerinin kapatılması" gibi talepler üzerinden yapılan eylemler belki de ilk kez eylemdeki tutuklu ve hükümlülerin kendilerini bireysel koşulları açısından ilgilendirmeyen talepler üzerinden gerçekleştiriliyor.
Kürtçe'nin mahkemelerde kullanılabilmesi, anadilde eğitim, Öcalan'ın tecrit koşullarının kaldırılması, imha ve inkar operasyonlarının sonlandırılması dile getirilen ana talepler.
Bütün bu talepler olmazsa, eylemin sonlandırılması için işaret edilen koşul, Öcalan'ın bizzat çağrı yapması. Ki bu da aslında "tecrit" koşullarının kaldırılması talebinin karşılanmasının mahkumlara yeteceği anlamını taşıyor.
Peki Öcalan'ın neden tecrit koşullarında olduğu söyleniyor?
Öcalan'ın, yakalandığı günden bu yana düzenli olarak avukatlarıyla yaptığı görüşmeler, 27 Temmuz 2011'de kesildi.
Oslo sürecinin bitmesinin ardından Öcalan'ın önce devlet görevlileriyle görüşmeleri daha sonra da avukatlarıyla görüşmeleri bitti.
Bir süre sonra da İstanbul Özel Yetkili Başsavcıvekilliği, Öcalan'ın birçok avukatının tutuklandığı KCK operasyonunu gerçekleştirdi.
Bu operasyonda, Öcalan'la avukatlarının yaptığı görüşmeler, ana ekseni oluşturdu.
Öcalan'ın İmralı'dan örgütü yönettiği iddianamede açıkça belirtildi ve yıllardır Öcalan'la görüşen avukatları da cezaevine konuldu.
Devlet, ilk etapta, Öcalan'ın yeni avukatlarına "koster bozuk", "hava şartları kötü" gibi gerekçelerle İmralı'ya gitme izni vermedi.
Öcalan, 27 Temmuz 2011'den itibaren, uzun süre kardeşleriyle de görüşemedi. Adalet Bakanlığı, Ocak 2012'de Mehmet Öcalan'ın İmralı'ya gitmesine izin verdi. Ancak görüşme buna rağmen gerçekleşemedi.
Mehmet Öcalan'a, Abdullah Öcalan tarafından yazılmış, "Burası çok hassas, görüşe çıkmamız uygun değil" yazılı bir not verildi. Bu dönemde Öcalan'ın İmralı'da olmadığı iddiası bile ortaya atıldı. Ancak bu iddialar yalanlandı.
Kaynaklar, Öcalan'ın, kardeşinin kamuoyuna mesajlarını doğru iletemeyebileceği gerekçesiyle görüşmeye çıkmadığı bilgisini verdi.
Mehmet Öcalan ile Abdullah Öcalan, bu gelişmeden aylar sonra geçtiğimiz Eylül ayında İmralı'da görüştü.
11 Eylül'deki görüşmeden sonra yeni bir görüşme olmadı. Bakanlığın "gel görüş" ısrarlarına rağmen Mehmet Öcalan, kamuoyuna farklı yönde açıklama yapsa da "önce avukatlar" ısrarında bulundu.
Avukatlar ise bugüne kadar toplam 130 kez talepte bulunduklarını ve hep ret yanıtı aldıklarını söylüyor.
Öcalan'ın koşulları "tecrit" olarak nitelemesi, bu görüşmelerin kesilmesi, telefon ve televizyon gibi haklarının kullandırılmamasından kaynaklanıyor. İmralı'da Öcalan'la birlikte yatan biri TİKKO, diğer 4'ü PKK davası hükümlüsü 5 mahkum da Ocak 2011'den bu yana avukatlarıyla görüşemiyor.
Hükümet, eylemlerin 56. günü geride bırakılırken, henüz "ölüm sınırına" yaklaşılmadan ancak o sınıra ramak kalmışken harekete geçmiş gözüküyor. Başbakan Erdoğan'ın, 29 Ekim'de yaptığı "her şeyi yiyorlar içiyorlar" açıklamasından sonra dirençlerini sertleştiren mahkumların, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın Bakanlar Kurulu'ndan sonra yaptığı iki açıklamadan sonra, ilk kez tutumlarını değiştirme konusunda bir fikre sahip oldukları haberleri kulislere geliyor.
Arınç, önceki gün biri zayıf da olsa, talepler konusunda iki adım atıldığını, son derece alışılmadık bir şefkatli dille vurguladı:
* Anadilde savunma yapılmasına olanak sağlayacak düzenlemenin kısa sürede Meclis'e getirileceğini söyledi.* Farklı konularda devam eden davaları varsa, Öcalan'ın avukatlarıyla görüşme konusunu bakanlığın değerlendireceğini vurguladı.
Özellikle Öcalan'ın avukatlarıyla görüşmesi konusu, kimi kesimlerde "görüştürecekler", kimi kesimlerde "görüştürmeyecekler" algısı yaratsa da özellikle BDP cephesinde, "görüştürme olasılıkları var" olarak algılandığı, salı günkü açıklamalarla netleşti.
Pazartesi akşam saatlerine kadar süresiz dönüşümsüz açlık grevine başlama kararlılığında olan BDP'li vekiller, Başbakan'ın Arınç kadar net mesajlar vermemesine rağmen, bugün bu yönde bir karar almayarak, süreci izleyeceklerini bildirdi.
Aynı saatlerde Adalet Bakanı'nın Köşk'e çıkacağı bilgisi geldi. Kulislerdeki diğer bir bilgi ise BDP'lilerle bakanlığın temaslarının sürdüğü yönünde.
Yine kulislerdeki bilgilere göre, anadilde savunma düzenlemesinin Meclis'e taşınmasının ardından hükümetin, Kürtçe'nin kamusal alanda kullanımı konusunda da adım atılacağı konusunda irade beyanında bulunması, Öcalan'ın en azından çağrı yapabilmesi için avukatlarından biriyle ya da vekaleti olmayan bir avukatla görüştürülmesi eylemlerin bitmesini sağlayabilecek.
Ancak özellikle avukat görüşme yasağının kalıcı olarak sürmeyeceği konusunda bir garanti verilmeden eylemlerin bitmeyeceğini söyleyenler de bulunuyor.
Hükümet, gayet iyi biliyor ki, kritik durumdaki mahkumlara müdahale edilse bile yaşanabilecek sakatlıklar, müdahaleden sonra yeniden eyleme başlanması gibi gelişmeler daha önce olduğu gibi tartışmalardan bağımsız olarak tarihe geçecek.
Bu yüzden vicdani kaygı bir parça daha öne çıkmış gibi gözüküyor ilk kez. Evet bir çözüm mümkün gözüküyor ancak asıl soru çözümün geleceği tarihin, açlığın ölüme dönüşeceği tarihten önce gelip gelemeyeceği.