HABER

Geçmişe dönmekten korkan Lübnan

Lübnan'daki hükümet krizine çözüm bulmak amacıyla arabuluculuk girişiminde bulunan Dışişleri Bakanı Davutoğlu'na eşlik eden grupta gazeteci Ayşe Karabat da vardı. Beyrut'a umutla çıkılan, ama hüzünle dönülen geziyi anlatıyor.

Ayşe Karabat

Ankara

Beyrut'un meşhur kordonunda hava fırtınalı

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, Lübnan'daki hükümet krizinin çözümü için Katarlı meslektaşı ile birlikte yapacağı arabuluculuk görüşmelerini izlemek üzere davet edilmek beni yalnızca heyecanlandırmakla kalmadı, mutlu da etti.

Lübnan'a olan hissiyatımı 'ilk görüşte aşk' olarak tanımlayabilirim.

Bir tarafı dağ, bir tarafı deniz olan bu ülkeyi yalnızca güzellikleri için değil, uzun süren iç savaşa, İsrail işgaline rağmen, hangi gruptan olursa olsun hayattan keyif almayı seven, kendileriyle alay etmeyi başarabilen insanları yüzünden de seviyorum.

Lübnan aynı zamanda zihin açıcı bir ülke, ne de olsa Beyrut, Orta Doğu'nun kültür ve fikir ürütme merkezi çünkü.

Üstelik kızım ve eşim de Beyrut'ta yaşıyor ve ben Beyrut'a yolumu düşürmek için hiçbir fırsatı elbette kaçırmıyorum. Ama bütün bunların da ötesinde, bu geziye katılmak, gazetecilik mesleğinin en önemli ayrıcalıklarından birini de yaşama fırsatı verdi, tarihe tanıklık etme fırsatı....

Lübnan'daki hükümet krizi yaşanacağı aslında bu yaz belli olmuştu.

2005'te öldürülen eski Lübnan başbakanı Refik Hariri'nin ölümünü araştırmak üzere kurulan Lübnan Özel Mahkemesi basına sızan bilgilere göre, önce Suriye yönetimini suçlamaya hazırlanıyordu ama sonra sanık sandalyesine Hizbullah'ı oturtma kararı aldı. Bu arada daha önce tutukladığı bazı kişileri delil yetersizliğinden serbest bıraktı.

Onlardan biri eski Lübnan güvenlik şefi Cemil Sayyid yalancı tanıklar yüzünden hapsedildiğini öne sürdü, o yalancı tanıkların da şimdiki Başbakan Refik Hariri'den para aldığını iddia etti.

Lübnan yargısı Sayyid'i bu sözleri ve tehditleri yüzünden soruşturmaya kalkınca, karşısında Hizbullah'ı buldu. Üstelik Suriye de, bazı Lübnanlı yetkililer için tutuklama kararı çıkardı.

Hizbullah kendisini 'direniş örgütü' olarak tanımlıyor ama sanık sandalyesine oturtulduğunda, 'terörist' olarak nitelendirileceği açık. Dolayısıyla Hizbullah için neredeyse bir ölüm kalım savaşı bu.

Hariri'ninse babasının kanını yerde bırakma lüksü yok. Üstelik mesele, yalnızca ulusal bir mesele de değil: İran ve Suriye, Hizbulalh'tan yana. Suudi Arabistan ise Hariri'den.

Hizbullah'ın asıl gücünün Orta Doğu'lu bir çok insanın ona verdiği manevi destek olduğunu fark etmişe benzeyen ABD, özel mahkemeden taviz verilmesini istemiyor.

Fransa'nınsa, 'Hizbullah içinde kontrol edilemeyen birkaç kişi bu cinayeti işledi, mesele bütün Hizbullah'a mal edilemez' şeklinde gösterdiği çıkış yolu Hizbullah tarafından reddedildi.

Hizbullah'ın talepleri net; Mahkeme meselesi unutulsun, Hariri başbakan olmasın.

Bu sorunu hem ulusal, hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde çözmek için gerekli olansa tam anlamıyla sihirli bir formül.

Davutoğlu'nun yola çıkarken böyle sihirli bir formülü var mıydı bilmiyorum, varsa bile bu formülü taraflara kabul ettirinceye kadar paylaşmayacağı ve sır olarak tutacağı kesindi.

Zaten Beyrut yolunda bu yöndeki ısrarlı sorularımızı yanıtlamadı.

Ama Lübnan'da ulusal birlik ruhundan, bölgesel anlamda kimsenin dışlanmaması gerektiğinden ve ortaya konacak formülün uluslararası anlamda da kabul görmesi gerektiğinden söz etti.

Beyrut'a iner inmez de büyük koşturmaca başladı. Her toplantı saatler sürdü, hemen hemen herkesle birkaç tur görüşmeler yapıldı.Görüşmelerin bu kadar uzun sürmesi, detaylara girildiği anlamına geliyordu ve umut veriyordu.

Tarihe tanıklık ediyorum ederken atlatılmadık dersem yalan söylemiş olurum. Biz görüşmelerin yapıldığı otelin lobisinde gece yarısının çoktan geçildiği bir zamanda oturup beklerken Lübnanlı bir gazeteci arkadaşım aradı ve bakanın nerede olduğunu sordu.

"Yukarıda" yanıtım epey eğlendirdi arkadaşımı. "Hayır" dedi bana, ''Hizbullah Genel sekreteri Nasrallah ile görüşmede"

Ertesi güne kadar Türk tarafına doğrulatamadık bu haberi. Davutoğlu, arabuluculuğunun ikinci gününde bu haberi doğrularken bir de kısa bir açıklama yaptı, kimsenin kategorik olarak önerileri reddetmediğini ve ihtiyatlı bir iyimserlik içinde olduğunu söyledi; sonra da tekrar uzun toplantı maratonuna geri döndü.

Davutoğlu'nun çabalarının sonucunu beklerken, hem kızımı ve eşimi gördüm, hem de o canım Beyrut sokaklarında yürüyüp, arabuluculuk çabaları işe yaramazsa belki de kendilerini yeni bir karmaşanın ve çatışmanın içinde bulacak olan Lübnanlılarla konuştum.

Gerçekçi yanları bir çözüm olmadığını söylüyordu ama kalplerinin en derinlerinde bir çözüm için dua ediyorlardı. Savaşmak istemiyor, silahların gölgesini bile düşünmek istemiyorlardı.

Ama belki de en güzel tespiti görüşmelerin yapıldığı, Lübnanlı siyasetçilerin cirit attığı otelin garsonlarından biri yaptı:

"Bizim liderlerimize ne yapmaları gerektiğini söyleyen başka ülkeler var. Onlar emir veriyor, liderlerimiz bizi çatışmaya sürüyor, çatışma çıkınca da kendi uçaklarına atlayıp o ülkelere gidiyorlar, olan da bize oluyor, bu işte tek kaybeden biziz."

Saatler gece yarısına yaklaşırken aynı gazeteci arkadaşım aradı beni. ''Arabulucuk çalışmaları sonuç vermeyecek. Birkaç saat sonra iki bakan konuyla ilgili açıklama yapacak ve ayrılacak ülkeden'' dedi. Ve dediği gibi de oldu.

Gelirken kimse dile getirmemişti ama o küçük uçakta "zor diye bir şey yoktur, imkânsız vakit alır" havası vardı. Dönerken ise, derin bir hüzün, Lübnan'ın ve bölgenin geleceği için hissedilen derin bir kaygı...

Benim aklımdaysa, Akdeniz'in bu güzel ülkesinde liderlerinin çatışmalara sürüklediği, uluslararası ortamın hep bedel ödettirdiği sıradan Lübnanlılar...

En Çok Aranan Haberler