Adam Ailesi, acısına tuz basıyor. On gün önce Şırnak’ta şehit düşen Bitlisli Kürt genci Rauf’un öğretmen eniştesi Mehmet Yağaşır, acı mı acı konuşuyor: “Kurtuluş Savaşı verilseydi, ikinci bir Çanakkale Savaşı yaşansaydı, bizim oğlumuz o savaşta şehit düşseydi gurur duyardık. Ne yazık ki, biz gurur duyamıyoruz. Aksine vicdan azabı çekiyoruz. Çünkü iki kardeşin, Türklerin ve Kürtlerin kavgasında öldü Rauf.” Son sözleri ise ağır bir ders gibi Yağaşır’ın; “Dağdakiler de, askerler de bizim çocuklarımız değil mi? Allah aşkına onlar Amerika’dan mı geliyor? Niye dağa çıkıyorlar ölmeye? Ne olur bu soruyu herkes kendine sorsun. Bir Rauf daha ölmesin!”
Gazetede bir şehit haberi, yanında küçücük bir fotoğraf. Çok değil, birkaç ay önce çekilmiş belli ki... Bir çocuk gülümsüyor hayata, yakışıklı, gencecik, esmer; Rauf Adam. Yaşı, yüzü, daha başlamadan sonu gelen hayatı, hepsi kalpten vuruyor, ama beni en çok etkileyen ismi. Rauf; Allah’ın 99 isminden biri... Anlamı bir o kadar acı veriyor; ‘Merhamet eden, çok şefkatli, koruyan, esirgeyen...’ Ama terör merhamet eder mi? Etmez. İsim tanır mı? Tanımaz. Öylesine kör ki, bu gencecik çocuğun iki yaşında ailesiyle birlikte Bitlis’ten terör yüzünden göç ettiğini göremez. Kürtlerin özgürlüğü adına döşenmiş bir mayın, döşeyen belki onun yaşında bir Kürt genci, ölen yine bir Kürt genci... Bundan daha iyi anlatır mı herhangi bir olay dökülenin kardeş kanı olduğunu?
Bu açmaz ve bir o kadar acıyla ulaşmaya çalıştım ailesine... Sarıldım telefona, ne diyeceğimi tam da bilemeden... Telefonu babası açtı, “Amcacığım, Rauf’u anlatalım tüm Türkiye’ye... Tanısınlar ki onu, bu acının bitmesi için herkes biraz daha fazla çaba sarf etsin...” dedim. Bir kısa sessizlik oldu, ahizenin öbür tarafında... “Olur kızım. Ama yine de ben kararı büyük oğluma bırakayım” dedi. Ben bir kez daha ne söyleyeceğimi düşünürken aldı telefonu Abdürrezzak Adam... 39 yaşında, kardeş acısıyla kavrulmuş bir ses, “Çok arayanlar oldu, kabul etmedik. Çünkü yapılan haberler bu savaşı körüklemekten başka bir şeye yaramıyor” diye girdi söze... Bu kez sessizlik benim taraftaydı, neyse ki o devam etti, küçük bir kapı aralayarak; “Bilsek ki barışa küçücük bir katkısı olacak, buyurun gelin!” Kalpten inanıyordum katkısı olacağına, belki büyük bir sözdü ama verdim; “Evet olacak!”
İşte böyle bir sözün altında ezilerek yazıyorum bu yazıyı... Ölümünün onuncu gününde, Rauf’un o gülümsemesi gözlerimde...
**İkizi Tahir ile annesinin ağzını bıçak açmıyor...**
Hemen atladım uçağa... Antalya’da çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı Şafak Mahallesi’ne gittim. Yine çoğunluğu terör yüzünden, kalanı geçim derdinden, yani mecburen göç etmiş insanların hayat mücadelesi verdiği, yoksul mu yoksul bir mahalleye... İki küçük gecekondudan müteşekkildi Adam Ailesi’nin evi... Anne, baba, dokuz çocuk, altısı erkek, üçü kız, iki gelin ve torunlar boy boy...
İlk gözüme çarpan taziyeye gelen tıklım tıklım kalabalık oldu. 10 gün olmuştu Rauf bu hayattan göçeli oysa ki... Tam bunu düşünürken bir baktım ki, Rauf çay dağıtıyor! Kafam allak bullak ya, unutmuşum ikizi olduğunu! Rauf gibi gözleri, tek farkı içlerinde derin mi derin bir acı... Bir parçası ölmüş gitmiş sanki... O günden beri ağzını bıçak açmamış Rauf’un ikizi Tahir’in, bir de annesi Naime Teyze’nin. Kardeş acısından öte bir acı Tahir’inki, anne rahminden beri kopmamış kardeşinden 10 gün öncesine kadar. Ana acısını ise tarif edecek değilim zaten!..
Ne Tahir ile ne de annesiyle konuşmak nasip olmadı. Bir yelteneyim dedim, akrabalarından biri “Eğer ateşe benzin dökmek, şu kadıncağızın acılarına acı katmak istiyorsanız konuşun” dedi, boğazım düğümlendi, sustum...
Baba yüreği yansa da, saklar acısını, yüzüne yansıtmaz. Hele ki Doğulu ise... Maske takmış gibiydi Zeki Amca... Buyur etti yanına, bekledi sorularımı. Ama konuşmaya başlamam kolay olmadı, neyi, nasıl soracaksınız ki! Rauf’un isminden girdim söze uzun bir suskunluğun ardından; “İnancın olsun” diye başladı söze Zeki Amca ve bütün sohbet boyunca hep bu cümle eşlik etti konuşmasına. “İnancın olsun, çocuklarımın en akıllısı bu en büyük oğlum Abdürrezzak, bir de Rauf’tu... Tahir ile ikizdi, ama sanki Tahir onun küçüğü gibiydi. Tahir’e kızardım sakal bırakıyor diye... O bırakmazdı. İkizine de kızardı sözümü dinlemeyip beni üzüyor diye...”
**“Çaremiz yoktu, iki taşın arasında kalmıştık, göç ettik!”**
Yutkundu bundan sonra, daha soruma cevap veremeden, biraz durdu, toparlanmak ve tekrar yüzüne o acısını gizleyen ifadeyi oturtmak için sigara yaktı, derin bir nefes aldı... “Vallahi biz çocukların ismini de hep güzel koymuşuz, Kuran’dan koymuşuz. Hepsi de Allah’ın adıdır, tek en küçükleri Tayfun istisna... Onu da ben koymadım zaten... Tahir, Tayyip, Cemal, Abdürrezzak, Rauf, Şükran, Huri, Melike...”
Beş oğlunu askere göndermiş Zeki Amca... Dördü sağ salim dönmüş, üstelik onlar da terörün can aldığı yerlerde, Muş ve Erzincan’da tamamlamışlar vatani görevlerini... Ne hikmetse, Rauf’u uğurladıkları günden beri tüm aileyi almış bir korku. “Ya şehit olursa?” diye... Hiç biri diğerine söylememiş, ta ki o kara haber gelene kadar... Büyük ağabey Abdürrezzak, “Adak adadım, geldiğinde bir koç kesecektim” diyor. Kızkardeşi Huri giriyor tam bu sırada söze; “Ama kurban olan Rauf oldu!”
Zeki Amca’ya Bitlis’ten Antalya’ya göçlerini soruyorum, biraz olsun acısını dağıtmak, ama aslında tam da meselenin özüne gelmek için. Öyle bir giriyor ki söze; çaresizlik sarıyor her yanımı; “Çaremiz yoktu, iki taşın arasında kalmıştık. Mecbur göç ettik... Devlet boşalttı köyü, sonra da yaktı... Bir gün geldiler, ‘Bir ayınız var, köy boşalacak’ dediler. Bitlis’e 40 kilometre uzaktaydı bizim Kayalıbağ Köyü. 500 sene önce atalarımız yerleşmiş o güzelim yere. Tarlalarımızı ekip biçer, hayvan besler, geçinir giderdik. Şükür, iyiydi halimiz. Evimiz vardı...”
Anlatırken, sanki zamanı geriye sarmaya çalışıyor Zeki Amca. Sanki cennetten bahsediyor. Herkese kendi toprağı cennet değil midir zaten! Kolay mı, 500 sene kök saldığınız topraklardan, bir ayda kökünüzü koparıyorlar. Hiç bilmediğiniz, tanımadığınız bir yere göç ediyorsunuz. Hayata sıfırdan başlıyorsunuz, elde avuçta bir şey olmadan, sil baştan. Üstüne üstlük, göçtünüz diye bu diyarlara, bir de suçluyorlar bazıları... Sonra dışlıyorlar, sanki düşmanmışsınız gibi!
Ağabey Abdürrezzak o kötü günleri belleğine kazımış, çıkmamacasına... “Sıfırdan başlamak hiç kimseye, hiçbir zaman kolay olmamıştır. Ben o zaman askere gidecek çağdaydım... Babamın dokuz çocuğu vardı, benim sadece üç çocuğum var. Çünkü köyümüzde çalışacak insana ihtiyaç vardı. Arazimiz verimliydi, ne eksen biterdi. Buradaki hayatımızla köydeki hayatımız çok farklıydı. İşsizlik nedir, geçim derdi nedir bilmezdik Antalya’ya gelene kadar... Kiloyla bir şey almayı bilmezdik, torbayla, çuvalla alırdık. Buraya geldik yoksulluk neymiş, hepsini öğrendik.”
Köyde evleri varmış, şimdi kiradalar. Köyde tarlaları varmış, burada hiçbir şey... Zeki Amca mobilya ustası olmuş Antalya’da, çocuklarının çoğu da öyle... Ağabey Abdürrezzak ise şimdi karpuz satıyor...
**“Allah aşkına söyleyin Rauf niye şehit oldu?”**
Biz böyle konuşurken Rauf’un eniştesi öğretmen Mehmet Yağaşır alıyor sözü. Tam da benim kıvranıp da soramadığım soruya kendiliğinden cevap veriyor: “Şimdi barış∫için savaşmalıyız.” Ne güzel söz, ağzına sağlık da, peki nasıl? O çözmüş meseleyi, başlıyor uzun uzun anlatmaya: “Bizim şu soruyu sormamız lazım. ‘Devlet halk için mi vardır, yoksa halk devlet için mi vardır?’ Bu sorunun cevabını vermek lazım. Ya da anayasa niye yapılır? Toplumu belli bir kalıp içine sokup esaret içinde yaşatmak, dilini, kültürünü, benliğini, varlığını, bütünlüğünü esir tutmak için mi yapılır? Yoksa insan haklarını güvence altına almak için mi? Bu sorulara gerçek anlamda cevap verildiği zaman hiçbir sorun kalmayacaktır. Her insan kendi ırkıyla, kendi rengiyle, kendi farkıyla, kendi özellikleriyle yaşamak ister. Maalesef biz toplum olarak empati kuramıyoruz, bunları göremiyoruz. 30 yıldır süren bir savaş var. 30 yıldır kan akıyor. Doğru mu? Doğru. Şimdi neden kan akıyor sorusunu sormalıyız!”
Rauf’un acısıyla yanıyor, acının ne olduğunu biliyor, başkası tatsın istemiyor. İşte o yüzden soru üstüne soru soruyor, çözümü bulmak için kendince cevap veriyor:
“İnsanlar öldürüle öldürüle bu savaş bitirilebilir mi? Mümkün değil. Ne yapacağız peki? Devlet, kan davası gütmemeli. Devlet, devlet aklıyla hareket etmeli. Ama tıpkı aşiret gibi kan davası güdüyor. Siz çok iyi biliyorsunuz, bütün toplum biliyor, cahil insan bile sorunun çözümünü çok iyi biliyor. Ölenler artık ölmesin. Onlar barış için bedel ödediler. Artık ödenen bedel yeter, barış olsun. Barışa uzatılan el havada kalmasın. Savaş çığırtkanlığı yapılmasın. Ben inançlı Türk toplumundan, barış∫dilini kullanmayıp da savaş çığırtkanlığı yapan partileri tabela partisi haline getirmesini beklerdim. Onların oyununa gelinmemesini isterdim. Ama maalesef yıllardır hangi parti savaş çığırtkanlığı yaptıysa, kandan beslendiyse en çok oyu alan parti o oluyor...”
**“Kürt ve Türk demeyelim artık biz diyelim”**
Konuşmaktan bitkin düşüyor Mehmet Yağaşır. Acısına gömülüyor yeniden... Mırıldanır gibi konuşuyor, bana mı söylüyor, kendi kendine mi konuşuyor belli değil: “Ateş düştüğü yeri yakar derler ya, maalesef ateş∫düştüğü yerde yaşı da yakar, kuruyu da... Rauf o ateşin içindeki yaş∫daldı. Kurşun adres sormuyor; bir bakıyorsun bir gün benim ciğerim yanıyor, bir gün diğerinin... Maalesef bu ateş gün geçtikçe körükleniyor, kızıştırılıyor. Merak ediyorum, devletin aklı yok mu, danışmanları yok mu, uzmanları yok mu? Çözüm çok basit Mine Hanım. Allah aşkına Rauf Kurtuluş Savaşı’nda mı şehit oldu, Çanakkale Savaşı’nda mı şehit oldu, Kıbrıs Harekatı’nda mı şehit oldu? Bunun adını koymak lazım. Bir kardeş kavgası sürüp gidiyor. Başbakan Erdoğan elini vicdanına koyup bu kardeş kavgasını durdurmak için, kalıcı bir barış getirmek için cesur olmalı. Elbette barışa katkıları var ama yetersiz kalıyor. Kan akıyor. Analar ağlıyor. İki ezeli dost, yüzlerce yıldır akrabalık bağlarıyla yaşamış, omuz omuza Kurtuluş Savaşı’nı vermiş bir toplum maalesef göz göre göre düşman ediliyor. Ne yazık ki, birileri de çıkıp, ‘Kardeşim sen beni kardeşime düşman edemezsin’ demiyor. Eğer bu halk Erdoğan’ı o koltuğa oturttuysa, o da gereği neyse onu yapsın. Bedeli neyse ödesin. Oylarımız düşüyor diye düşünmesin. Savaşın bedeli varsa, barışın da bedeli vardır. Her gün insanlar ölüyorsa birilerinin elini taşın altına koyması ve barışı sağlaması lazım.”
**“Bölünmeyen halkı bölmeyelim!”**
Bir şehit evindeyim, acılarını paylaşmaya gittiğim bir evde, ailecek acısını kalbine gömüp, kanın durması için çabalayan adam gibi adam bir ailenin evinde. “Bir çocuğumu daha şehit vermeye hazırım” demiyor kimse... “Kana kan intikam!” diye bağıran tek bir Allah’ın kulu yok. Kalbiyle, aklıyla, inancıyla kanı yıkamak için seferber olmuşlar, başka bir ailenin yüreği yanmasın istiyorlar. İki çift lafı daha var Rauf’un eniştesi Mehmet Yağaşır’ın: “Anlamsız bir savaşta şehit oldu kardeşimiz. Eğer bir Kurtuluş Savaşı verilseydi, ikinci bir Çanakkale Savaşı yaşanmak zorunda kalınsaydı, bizim oğlumuz o savaşta şehit düşseydi, gurur duyardık. Ne yazık ki gurur duyamıyoruz. Aksine vicdan azabı çekiyoruz. Çünkü iki kardeşin, Türklerin ve Kürtlerin kavgasında öldü Rauf. Türkler ve Kürtler kardeştir. Askerler de, dağdakiler de bizim çocuklarımız değil mi? Allah aşkına onlar Amerika’dan mı geliyor? Niye dağa çıkıyorlar ölmeye? Bu sorunun cevabınının bulunması lazım. Ne olur bu soruyu herkes kendine sorsun.“
Barış için konuşma sırası yüreği yanık en büyük ağabeyde bu kez; “Kürt ya da Türk demeyelim, biz diyelim ne olur. Yoksa taraf olunuyor, bölünme böyle başlıyor. Bugüne kadar bölünmeyen bir halkı bölmeyelim. Aklımızı başımıza alalım. Barış için tek vücut olalım. Bu ülkede 8 milyon Kürt ile Türk birbiriyle evlenmiş. Savaşa karşı daha güzel cevap var mı?”
Vedalaşırken, “Kusura bakmayın üzdüm sizi” diyorum... Ağabey Abdürrezzak, “Keşke son üzülen biz olsak!” diyor. Böyle bir söze “İnşallah” diyecek hale geldiğimize yanıyorum. Ve yola koyulurken, bu “inşallah”ın bir kez daha beyhude olduğunu anlıyorum. Haberler geliyor Elazığ’dan, artık alıştığımız, ne acıdır ki kanıksamaya başladığımız şehit haberleri...
**Kemal Sunal filmlerine ilk o gülerdi...**
Rauf, tam da adı gibi bir çocukmuş. Şefkatli, merhametli... Bir de gönlü bol... Ağabeyi Cemal, “Elindekini avucundakini paylaşırdı“ diyor... Herkesin aklında kalan ise o tebessümü... İki yaş büyük ablası Huri’nin gözlerinden, Kemal Sunal filmlerini izlerken, herkesten, ikizi Tahir’den bile önce gülmeye başlaması gitmiyor. Ağabeyi Abdürrezzak ise, “Hep de bir motosikleti olsun isterdi. Tahir’le para biriktiriyorlardı. Ama biz tehlikeli olur, başlarına bir şey gelir diye izin vermedik!.. Ne bilelim Rauf’un sonunun böyle olacağını!” diyor, gerisini getiremiyor. İkizi Tahir ise sadece susuyor, belli ki artık o kendi olmayı bırakmış, Rauf ile bir olmuş!
VATAN