HABER

ANALİZ - BM kararının Doğu Guta için bir anlamı var mı?

Başta sivillerin hayatının korunması, kitle imha silahları kullanılmaması ve sağlık personelinin hedef alınmaması olmak üzere, savaş hukukunun bütün kurallarını ihlal eden Şam yönetimi ve ona destek veren Rusya’nın, Astana ve Soçi süreçlerinde varılan anlaşmalara da aykırı davrandıkları görülüyor - 24 Şubat tarihinde Güvenlik Konseyi'nde alınan 30 gün süreli ateşkes kararının Doğu Guta’ya yönelik saldırıları sona erdireceğine de şüpheyle yaklaşmak gerekir. Öncelikle bu kararın bir yaptırıma bağlanmadığını vurgulamalıyız - Doğu Guta’yı da kapsayan bir ateşkes, Rusya’nın öncülüğünde yürütülen Astana ve Soçi süreçlerinde zaten kararlaştırılmıştı. Kendisinin öncülük ettiği anlaşmalarda kararlaştırılan ateşkese riayet etmeyen Rusya ve onun tarafından desteklenen Şam yönetiminin, BM Güvenlik Konseyi’nde alınan ve yaptırımı düzenlenmeyen bir ateşkes kararına uyması zor görünüyor

KEMAL İNAT- Suriye’nin başkenti Şam’ın kuzeydoğusunda yer alan Doğu Guta 2013 yılından beri Esed güçlerinin kuşatması altında ve Suriye ile Rusya’nın yoğun hava saldırılarına maruz kalıyor. Geçen hafta içerisinde yoğunlaştırılan saldırılar sonucu yaklaşık 400 sivil hayatını kaybetti. Saldırılarda özellikle sağlık merkezleri ve fırınlar gibi halkın gıda ihtiyacını karşılayan hedeflerin vurulması, bölge halkının yaşadığı trajediyi daha da ağırlaştırıyor.

Rusya ve Şam yönetiminin Doğu Guta’da Halep ve muhaliflerin elindeki diğer şehirlere karşı uyguladığı stratejiyi sürdürdüğü anlaşılıyor. Bölgedeki muhaliflere karşı savaşı artık bitirip Şam’ı tamamen muhalif unsurlardan temizlemek isteyen rejim, insani maliyetini düşünmeden, topyekûn saldırıya girişti. Belki de insani maliyetin özellikle yüksek tutulmaya çalışıldığı ve bu şekilde hedef alınan şehirde yaşayan insanların bölgeyi terk etmesinin sağlanmaya çalışıldığını ifade etmek gerekir. Şam yönetiminin bu taktiğiyle, Rusya’nın Çeçenistan’da ve İsrail’in Filistin’de uyguladığı stratejiye başvurduğu görülüyor. Gerçekleştirilen katliamlarla oluşturulan korku ve dehşet havası sonucu, hedef alınan bölgede yaşayan sivil halkın o bölgeyi terk etmesinin sağlanmasının hedeflendiği bu stratejiyle, bu şekilde boşaltılan şehirlerin, saldıran taraf için en az maliyetle ele geçirilmesi sağlanıyor. Esed güçleri ve Rusya bu stratejiyi uygularken, hava saldırılarıyla hedef alınan yerleşim yerlerini yerle bir etmeyi tercih ederken, Deir Yasin katliamında İsrail, ilk zamanlarda Irgun gibi silahlı çeteler yoluyla bu “etnik temizliği” gerçekleştirmişti. Ancak 2008, 2009 ve 2014 Gazze saldırılarında İsrail’in de Rusya ve Esed gibi hava saldırılarını öne çıkardığı görüldü.

Doğu Guta’da kalan son hastanenin ve sağlık ocakları ile fırınların vurulması, Şam yönetimi ve ona destek veren Rusya’nın, 2013’ten beri kuşatma altında tuttukları bu bölgeyi artık muhalif unsurlardan tamamen arındırmak istediklerini gösteriyor. Bölgede kalan yaklaşık 400 bin insanın hayatta kalma imkanlarının tamamen ortadan kaldırılması yoluyla göçe zorlandığı görülüyor. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar öldürülerek savaş hukukunun bütün kuralları ihlal ediliyor. Zaten Ağustos 2013’te bölgeye sarin gazıyla saldırıp bin 400’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir rejimden, savaş hukukunun kurallarına uyması beklenemez.

- Uluslararası hukuk ve Astana-Soçi anlaşmalarının açık ihlali

Başta sivillerin hayatının korunması, kitle imha silahları kullanılmaması ve sağlık personelinin hedef alınmaması olmak üzere, savaş hukukunun bütün kurallarını ihlal eden Şam yönetimi ve ona destek veren Rusya’nın, Astana ve Soçi süreçlerinde varılan anlaşmalara da aykırı davrandıkları görülüyor. Bu görüşmelerde ilan edilen çatışmasızlık bölgelerinden biri olan Doğu Guta’ya yönelik yoğun saldırılar, Esed yönetiminin garantörü olan Rusya ve İran’ın, muhaliflerin garantörü olan Türkiye’ye verdikleri taahhütleri yerine getirmediğinin açık göstergesidir. Rusya’nın bu şekilde, kendisinin öncülük ettiği Soçi ve Astana süreçlerinde varılan uzlaşılara aykırı davranması, Suriye sorununa kapsamlı çözüm bulunması konusunda bu ülkeyle birlikte hareket eden Türkiye’nin Moskova’ya olan güvenini de ciddi şekilde sarsıyor. Burada kastedilen “güven” kavramı, sorunun çözülmesi için muhatap alınan karşı tarafın sözünde ne kadar duracağı ile ilgilidir. Yoksa uluslararası ilişkilerin “güven” değil “çıkar” kavramı üzerinden şekillendiğinin bir kez daha altını çizmekte fayda var.

Türkiye özellikle 2013’te Doğu Guta’ya yönelik kimyasal silah saldırısı sonrasında harekete geçmeyen ABD’ye Suriye konusunda “güvenemeyeceğini” gördükten sonra, karşı taraf olan Rusya-İran blokuyla sorunun çözümü konusunda temas kurmaya çalışmıştı. Gelinen noktada Rusya’nın da imzalanan anlaşmaları ihlal eden bir tutum içerisine girmesi, bu ülkeyi de Suriye meselesi açısından “güvenilmeyecek” bir aktör haline getiriyor. Rusya, Halep’i yerle bir eden Şam yönetimine destek verirken Türkiye’ye verdiği bir söz yoktu; sadece uluslararası hukuku ihlal ediyorlardı. Doğu Guta’da ise hem uluslararası hukuku hem de Astana ve Soçi süreçlerinde Türkiye ile imzaladıkları anlaşmaları ihlal ediyorlar.

- BM Doğu Guta için ne yapıyor?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya barışının korunması ve bir daha bu savaş benzeri felaketlerin yaşanmaması iddiasıyla kurulan Birleşmiş Milletler, Suriye iç savaşının sona erdirilmesi konusunda nasıl etkili olamadıysa, Doğu Guta’daki katliamın önlenmesi konusunda da kayda değer bir adım atamadı. 24 Şubat tarihinde Güvenlik Konseyi'nde alınan 30 gün süreli ateşkes kararının Doğu Guta’ya yönelik saldırıları sona erdireceğine de şüpheyle yaklaşmak gerekir.

Öncelikle bu kararın bir yaptırıma bağlanmadığını vurgulamak gerekiyor. Yani ateşkesin ihlal edilmesi durumunda, bu ihlali yapan aktörlere karşı bir yaptırım öngörülmemesi, özellikle Rusya ve onun tarafından desteklenen sahadaki güçlerin ateşkesi ihlal etmesine engel olmayacaktır. Zira Doğu Guta’yı da kapsayan bir ateşkes, Rusya’nın öncülüğünde yürütülen Astana ve Soçi süreçlerinde zaten kararlaştırılmıştı. Kendisinin öncülük ettiği anlaşmalarda kararlaştırılan ateşkese riayet etmeyen Rusya ve onun tarafından desteklenen Şam yönetiminin, BM Güvenlik Konseyi’nde alınan ve yaptırımı düzenlenmeyen bir ateşkes kararına uyması zor görünüyor. Zira yeni bir ateşkes ihlali durumunda BMGK’nin bir yaptırım kararı alması, yeniden Rusya’nın onayına bağlı olacaktır ki Moskova’nın böyle bir kararı veto edeceği açıktır.

İkinci olarak muhaliflerin bulunduğu bölgelere yönelik saldırılarını meşru göstermek için “teröristlerin ateşkes anlaşmaları ve çatışmasızlık bölgelerine dair düzenlemelerin dışında tutulduğu” tezini ileri süren Rusya-İran-Esed blokunun, bu gerekçeyle BMGK kararına rağmen Doğu Guta’ya yönelik saldırılarını sürdürme ihtimali yüksektir. Şam yönetiminin, isyanın başından beri muhaliflerle olan mücadelesini “terörizmle mücadele” olarak meşrulaştırmaya çalıştığı, ılımlı muhalif grupları da DEAŞ ve El Kaide ile benzer göstererek uluslararası kamuoyunun desteğini almaya uğraştığı ve bu şekilde, ülkede sivillere karşı işlediği savaş suçlarının üzerini örtmeyi hedeflediği biliniyor.

Uluslararası ilişkilerin “çıkar” eksenli doğası açısından bakıldığında, BM’nin Suriye’deki iç savaşın sona erdirilmesi açısından imkanlarının çok sınırlı olduğunu ifade etmek gerekir. Mevcut uluslararası hukuka göre, dünya barışının korunması konusunda kuvvet kullanma kararı vermeye yetkili tek kurum olmasına rağmen, Güvenlik Konseyi’nin karar alma mekanizması, bu yetkinin etkili ve objektif kullanılmasını neredeyse imkansız hale getiriyor. Beş daimi üyenin veto hakkına sahip olduğu bu karar mekanizması ile BMGK’nin Suriye örneğindeki gibi, veto hakkına sahip ülkelerin çıkarlarının çatıştığı çatışma bölgelerinde müdahale kararı alınması mümkün olamıyor. Dünyada çatışmanın söz konusu olduğu neredeyse bütün bölgelerde ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarının farklılaştığı düşünüldüğünde, Güvenlik Konseyi’ne verilen “çatışmaların sona erdirilmesi için gerektiğinde kuvvet kullanma kararı verme yetkisi” pratikte bir işe yaramıyor.

Suriye’de çatışan taraflar arasında, Rusya ve ABD gibi veto hakkına sahip iki üyesinin olması, Güvenlik Konseyi’nin bu ülkede yaşanan çatışmayı sona erdirecek bir karar almasına engel oldu. Şam yönetiminin, kimyasal gazların da dahil olduğu silahlarla halkına saldırması ve şehirleri yerle bir etmesine karşı, bu ülkeye müdahale edilmesini meşru kılacak bir karar alınması mümkün olamadı. DEAŞ’a karşı mücadele için bir uluslararası koalisyon kuruldu, ancak DEAŞ’la kıyaslanamayacak kadar çok insanı öldüren Esed yönetimine müdahale etmek üzere bir uluslararası güç oluşturulamadı. Bunda Rusya’nın vetosu kadar, ABD’nin Suriye’deki önceliği Şam yönetimi ile mücadele yerine, PKK/ PYD’ye fiili bir özerk bölge kurmaya vermesinin de etkisi oldu.

- BM’nin sınırlı katkısı: İnsani yardımlar

Suriye’deki iç savaşı Güvenlik Konseyi kararıyla bitirecek hamleler yapmaktan uzak olan BM’nin, çatışma altındaki bölgelere insani yardım ulaştırılması ve mültecilerin desteklenmesi konularında sınırlı katkıları oldu. Bu katkının “sınırlı” olarak tanımlanmasının nedeni, Doğu Guta örneğinde olduğu gibi, çoğu zaman saldırgan tarafların BM’nin kuşatma altındaki bölgelere insani yardım ulaştırmasına engel olması. Kasım ayından beri Doğu Guta’ya yardım gönderilmesine izin vermeyen Şam yönetimi, uluslararası kamuoyunun baskısı üzerine Şubat ortasında sınırlı bir BM yardımının bölgeye geçişine izin vermiş, ardından ise yoğun bir şekilde bölgeyi bombalamaya başlamıştı. Moskova-Şam bloku, şehirlerin sivil ya da savaşçı bütün muhalif unsurlardan temizlenmesi için yoğun bombardıman altına alma taktiği çerçevesinde, BM ya da diğer kuruluşların yardımlarını, hedefteki şehir halkının direncini artıran, istenmeyen faaliyetler olarak gördü.

BM’nin Suriye konusunda “sınırlı” katkısının olduğu bir başka alan ise mültecilere verilen destekti. Ülke dışına kaçan ya da ülke içinde mülteci konumuna düşen Suriyeliler için BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) ulaştırdığı yardımlar çok yetersiz düzeyde kalırken, özelikle Suriye sınırları dışına kaçan mültecilerin yükü Türkiye, Lübnan ve Ürdün’ün sırtına yüklendi. Ancak BM’nin UNHCR yoluyla bu alandaki katkısının, Suriye iç savaşının sona erdirilmesi konusunda en büyük sorumluluğa sahip organı olan Güvenlik Konseyi’nin katkısından çok daha fazla olduğunun da altını çizmek gerekir.

BM’nin Suriye sorununun çözümü konusunda başarısız olduğu alanlardan bir diğeri ise Cenevre merkezli barış görüşmeleri oldu. Haziran 2012’de ilki düzenlenen ve BM Suriye Özel Temsilcileri (önce Kofi Annan, sonrasında ise Staffan de Mistura) aracılığıyla yürütülen Cenevre görüşmelerinin sekizincisi Kasım-Aralık 2017 tarihlerinde gerçekleştirildi. BM aracılığıyla yürütülen Cenevre sürecinde sorunun çözümü için hiçbir somut adım atılamaması Rusya, İran ve Türkiye öncülüğünde Astana ve Soçi süreçlerinin başlatılmasına yol açtı. Astana ve Soçi görüşmelerinde Suriye meselesinin çözümü konusunda Cenevre’ye göre daha somut adımların atılması, BM’nin diplomasi alanında da bu sorunun çözümüne katkı sağlamaktan uzak olduğunun göstergesi oldu. Ancak Rusya’nın Astana-Soçi görüşmelerinde kararlaştırılan çatışmasızlık bölgelerine dair taahhütlerini yerine getirmekten uzaklaşması, karşısındaki aktörler açısından Cenevre sürecini daha önemli hale getirebilir. Ayrıca ABD ve onun tarafından desteklenen PKK/YPG ile Ürdün sınırındaki diğer muhalifler açısından da Cenevre sürecinin daha önemli görülmesi BM’ye yeni roller yükleyebilir.

Sonuç olarak, dünya tarihinde BM dönemi olarak adlandırılan, 1945 yılından günümüze uzanan dönemde, dünyadaki birçok çatışma konusunda olduğu gibi, Suriye iç savaşının çözümü konusunda da BM üstlenmesi gereken rolü icra edememiştir. Başta Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip ülkeleri olmak üzere BM üyeleri arasındaki çıkar çatışmaları, Suriye’de yüzbinlerce insanın ölümüne ve milyonlarcasının mülteci konumuna düşmesine sebep olmuştur.

[Prof. Dr. Kemal İnat Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü müdürüdür]

En Çok Aranan Haberler