Alistair Leithead
BBC muhabiri, Japonya
Sessiz, kır saçlı şoförümüz takım elbise giymiş, kravatı, beyaz eldivenleri ve beyaz bir şapkası var.
İçinde bulunduğumuz minibüs yoğun karla kaplı yolda dikkatli, ama hızlı bir şekilde ilerliyor; nükleer erimenin yaşanabileceği bir yerden uzaklaşmaktayız.
Tsunaminin vurduğu sahillerdeki manzarayı anlatmak için istediğiniz kadar çarpıcı olanlarını seçin; kelimeler de yetersiz, fotoğraflar da...
Önümüzdeki haftalar, aylarda, bizlerin dikkati Libya'ya ya da Bahreyn'e, petrol fiyatlarına ve başka bir önemli olaya kaydığında, buradaki yüz binlerce insanın yüz yüze oldukları sıkıntıları tahayyül etmek daha da güçleşecek.
Bir haftadır evimiz oldu bu minibüs- oturma odamız, mutfağımız, ısıtıcımız, yakıt ve malzemelerimizin hepsi, yanımızda. Tanımadığımız insanların gösterdiği misafirperverlik olmasa, bu minibüs aynı zamanda yatak odamız olacaktı. Şimdi biz gidiyoruz. Ama onlar kalıyor.
Burası yıkıcı depremlerin çok sayıda insanın canını aldığı İran ya da Endonezya, Haiti ya da Pakistan değil. Japonlar hazırlıklıydılar, uyarılmışlardı. Onlarca kurtarma görevlisi ağır araçlarla enkazı temizlemeye çalışıyor örneğin. Ama yine de binlerce insan hayatını kaybetti ve Japonya'nın da yaralarını sarması, yıllar alacak.
Bel bağladığınız tüm kamusal hizmetler çöküverdiğinde tek dayanağınız kalıyor geriye; o da bir topluluk olma duygusu. Kendinizi birinci değil son sıraya koymak, tanımadığınız insanlarla beraber çalışabilmek ve doğal liderlerin önünü açabilmek... İşte bu Japonya'da kök salmış bir düşünce şekli.
Geçen hafta boyu minibüsümüzle Japonya'nın kuzeydoğu kıyılarında, Tsunaminin şiddetinden en çok etkilenen yerlerde ilerlerken bizi en çok çarpan, tanık olduğumuz yıkımın korkunç boyutlarından sonra tabii, hissettiğimiz hayranlık duygusuydu.
Asahigahokah köyü, buna güzel bir örnek. Bu köy hayli içerideki 3 katlı bir binanın üzerinden geçip giden dalgalara rağmen, ayakta kalmayı başardı. Kader, şans, ne derseniz deyin, kimi binaları insanları kurtardı, kimilerinin canını aldı.
Yaşlı bir çifti anlattılar, adam, tsunami alarmı çalmaya başlayınca sandalyesini kapıp evinin önüne oturmuş. Bulunduğu yerden limana doğru geniş vadide olanlara bakıyormuş. Yeterince yüksekte olduğu için güvende olduğunu düşünmüş. Karısı ise evden bir kaç adım ötede bir şeyler toparlıyormuş. Ama attığı bir kaç adım, dalgalar vurduğunda hayatta kalmasını sağlamış. Komşuları kadını sudan çıkarmayı başarmışlar. Çok hızlı hareket edemeyen kocasını sular alıp götürmüş.
Kapısını çaldığımız ikinci evde içeri buyur edildiğimiz yer de bu köydü. İlk evdekiler de özür dilemişlerdi, içeride 17 kişinin kaldığını ve yerde yatacak alan kalmadığını söyleyerek.
Bir günlük bir şokun ardından köy halkı, çabucak organize olmuştu. Takım liderleri seçilmişti ve yakalarına astıkları kartlarla temsil ediliyorlardı.
Yakıt gibi kaynaklar bir havuzda toplanmıştı, insan zincirleri ellerinde kutular dolusu malzeme ile yardım merkezi olarak belirlenen yere gidip geliyordu. Gayet iyi işleyen bir düzen kurulmuştu.
Fakat Japonya yardımın ulaşabildiği, olduğu bir ülke. Ordu hemen değilse bile devreye girmeye başladı. Afet yaşanan diğer yerlerden farklı olarak bir altyapı mevcut. Ama yüz binlerce evsiz, onlar ne olacak? Bu, nerede olursa olsun, başetmesi zor bir durum, hele ısının düştüğü ve kar yağışının başladığı göz önüne alınırsa.
Burada her şey devasa boyutlarda oldu. Gökyüzünde kasırgalar, yerin altında yanardağlar gibi bu tür afetler, bizleri aşıyor. Ama nükleer bir felaketten daha büyük daha korkutucu, üstelik insan yapımı başka bir şey daha olabilir mi dersiniz?
Yine de biz insanlar bu tür afetler sırasında kaynaklarımızı bir araya getirebiliyor, ayakta kalmak için birbirimize yardımcı olabiliyoruz. Belki de hala nükleer afetten daha büyük olan da budur işte.