Yunanlı ünlü filozof Plato’nun ilk olarak 2,000 sene önce bahsettiği Atlantis, o günden bu yana insanların gerçekten var olup olmadığını tartıştıkları efsanevi bir kıta. Bazıları Plato’nun yazdıklarının gerçek olduğunu kabul ederken, bazıları ise var olmuş bir medeniyetin ardından iz bırakmadan yok olması fikrini kabul etmiyor. Plato, notlarında Atlantis’in Kuzey Afrika ve Asya’nın birleşimi kadar büyük olduğunu belirtiyor. Bu kadar büyük bir kıtanın tamamen gözlerden kaybolması pek akla yatkın değilken, bilim dünyası bugüne kadar kayıp kıta hakkında somut bir delil elde edemedi.
Bu konuda araştırmalarını sürdürenler, Atlantis’in nerede bulunmuş olabileceği sorusunu soruyor. Ortaya atılan teoriler, kayıp kıtanın Okyanusya’dan Antarktika’ya kadar birçok yerde bulunduğunu iddia ediyor. İşte bunlardan bazıları:
Birçok bilim insanı ve tarihçiye göre, Plato’nun ünlü diyalogları Critias ve Timaeus’da bahsettiği son derece zengin bir uygarlık olan Atlantis tamamen kurgu ürünü. Bu fikri savunanlar, Plato’nun tanrılara sırtını çevirerek yok edilen bir uygarlıktan bahsederek, bu şekilde aynısını yapmaya cüret edecek insanları uyardığını ve onları aydınlattığını savunuyor.
Plato, notlarında Yunan Tanrısı Poseidon’un Atlantis’in ilk kralının kızı olan Atlas’a âşık olduğunu anlatıyordu. Plato’nun notlarında ayrıca Atlantis’in 12,000 yıl önce Yunan ve Doğu Akdeniz’den gelen toplumlar tarafından yenilgiye uğratıldığı yer alıyor. Ancak bu tarih ilk uygarlıkların bile görülmeye başladığı tarihin öncesine düşüyordu.
Plato notlarında binlerce yıl önce tüm dünyayı etkisi altına alan büyük bir sel felaketinden bahsetmişti. Bu felaketin ardından hayatta kalan insanlar yeni uygarlıkların temelini atmıştı. Buna dayanarak, Plato’nun Atlantis’i yeni oluşan uygarlıklardan biri olarak değerlendirdiği düşünülebilir.
Böylece, Plato’nun yaşadığı zamandan 10 bin yıl önce büyük bir sel felaketi yaşanmış olduğunu da düşünebiliriz. Bazılarına göre bu son Buz Devri’nde eriyen buzulların neden olduğu dev okyanus dalgaları veya Dünya’ya düşmüş bir meteordan kaynaklanıyor.
Bu teori ilk olarak 1882 yılında yazdığı “Atlantis, the Antediluvian World” adlı kitapta yazar Ignatius Donnelly tarafından ortaya atıldı. Donnelly, Atlantik Okyanusu’nun derinliğini sadece birkaç yüz metre olarak tahmin etmiş ve okyanus tabanının nadiren dikey olarak yüzeye doğru hareket ettiğini düşünmüştü.
Atlantik’in kilometrelerce derinliğe sahip olduğu ve kıtalar oluşturacak kadar yükselme hareketleri yapmadığı keşfedilene kadar, Donnelly’nin teorisi birçoklarına mantıklı geldi. Bugün bazıları, Plato Atlantis’i eski adıyla “Herkül’ün Sütunları” olarak bilinen Cebelitarık Boğazı’nın dışına yerleştirdiği için hala Atlantik’te aramaktadır.
Bilimsel açıdan biraz doğruluk payı içerdiği öne sürülen bir teori, Plato’nun Atlantisliler olarak bahsettiği insanların bugün Yunanistan’ın Girit Adası’nda yaşamış olan Minos uygarlığı olduğu. Minos uygarlığı, M.Ö 1,600 yılında bugün Santorini Adası olarak bilinen Tera'da yaşanan dev volkanik patlamada neredeyse dünyadan silindi. Patlama ayrıca Akdeniz kıyılarında dev tsunamilerin oluşmasına neden oldu.
Tanrıların öfkesinden kaynaklandığına inanılacak bu tür devasa bir olay, mutlaka Mısırlıların kayıtlarına geçer ve olaydan 1,000 yıl sonra yaşamış olan Plato’nun mitolojisine dâhil olurdu. Bir hipotez, yüzyıllarca anlatılan bu olayın abartılarak Plato’nun kulağına çok daha büyük ve zengin bir adanın üzerinde odaklanarak anlatışmış olduğu yönünde.
Kabul edilen bir diğer teori, Atlantis’in yine Plato’nun dünyaya gelmesinden binlerce yıl önce meydana gelen bir olaydan uydurulmuş bir şey olduğu. Bu sefer hayallere kaynak oluşturan olay M.Ö 5,600 senesinde Akdeniz’in Boğazları aşarak Karadeniz’de büyük bir sele neden olması.
Bu olay bugün olduğunun yarısı büyüklüğünde olan gölü bir deniz haline getirdi ve bu değişime tanık olan insanların üzerinde büyük bir etki yaptı. Bu insanlar yükselen sulardan kaçarak yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı. Zamanla fazlasıyla uydurulan bir öyküye çevrilen olay Plato’nun hayal gücünü etkiledi.
Kutup noktalarının kaymasıyla Dünya’nın çok büyük felaketlerle karşılaşabileceğini öne süren ABD’li akademisyen Charles Hapgood, yerkabuğunun yaklaşık 12 bin yıl önce kaymış olabileceğini öne sürmüştü. Hapgood’a göre, yerkabuğu her bin yılda yeraltındaki ve çekimsel basınçtan dolayı kayıyordu. Hapgood, bu düşüncelerine dayanarak Atlantis’in bir zamanlar Dünya’nın çok daha kuzeyinde bir noktada yer aldığını ve ılıman bir iklime sahip bu kıtada çok nüfuslu bir uygarlığın yaşadığını öne sürdü.
Ancak kutup noktalarının yer değiştirmesi Atlantis’i buz çağının göbeğine düşürdü ve koca kıta bugün yaşamın olmadığı Antarktika’ya döndü. Bazıları bu teoriyi mantıklı bulsa da, yerkabuğunun Hapgood’un bahsettiği kadar ani ve büyük değişimlere neden olacak şekilde kayması bilimsel olarak desteklenen bir şey değil.
Şaşırtıcı şekilde, antik bir ada uygarlığına ait inanışları olan tek uygarlık Yunanlılar değildi. Hindistan ve Asyalı toplulukların, Hint Okyanusu’nda bir zamanlar var olmuş olduğuna inandığı Lemurya adında bir kıta vardı. Bu fikir, ilk olarak 19’uncu yüzyılda yaşamış zoolog Philip Sclater’den geldi.
Sclater, incelediği hayvanların orijinlerinde kopukluk olduğunu ortaya çıkarınca bir zamanlar Madagaskar ve Hindistan’ın birleşik olabileceği fikrini ortaya attı. İki kara parçasının oluşturduğu kıta ise Lemurya’ydı. Ancak tektonik hareketlerden pek anlamayan Sclater, Hint Okyanusu’nda bahsettiği kıta değişimini destekleyecek hiçbir jeolojik değişimin gözlenebilir olmadığını fark etmedi.
Mu, Atlantik veya Pasifik Okyanusu’nda var olduğu düşünülen bir kıta. Kıta’nın, insanlığın ortaya çıktığı dönemin başlarında yok olduğu ve geride kalan insanlarının kıtalara dağılarak ileriki uygarlıkların temelini attığına inanılıyor. Bugün ise bilim insanları Mu, Atlantis veya Lemurya gibi adalar hakkında ortaya atılan teorileri reddediyor.
Çünkü bahsedildiği kadar büyük kıtaların çok kısa zamanda okyanusun dibini boylaması bilimsel olarak destek görmüyor. Ayrıca, tarih boyunca elde edilen arkeolojik ve genetik bulgular, Eski Dünya (Asya-Avrupa) ve Yeni Dünya’da (Amerika) ortaya çıkmış uygarlıkların aynı atalardan geldiklerini ortaya koyuyor.
Eğer Buz Çağı’na ait bir Dünya haritasına bakılırsa, o dönem Kuzey Amerika ve Avrupa’nın çoğunu oluşturan dev buz dağlarının barındırdığı su sayesinde okyanus seviyelerinin 60 metre civarında alçak olduğu anlaşılır. Aynı dönemde, bugün takımadalar halinde bulunan Endonezya, Avustralya’dan Hindistan’a kadar uzanan Batı Avrupa büyüklüğünde bir kara parçasıydı. Ilıman iklimi, tropikal bitki örtüsü ve geniş yaşam alanı, bir uygarlığın ortaya çıkması için çok uygun bir yerdi.
Belki de o zamanlar çok ileri teknoloji elde etme noktasına kadar gelen bir uygarlık ortaya çıktı ve sonunda kendi kendini yok etti. Zamanla yükselen sular da bu uygarlıktan kalan kalıntıların üzerini örttü. Tabii bu teori, dünyanın dört bir yanındaki farklı kültürler için çok gelişmiş ve sonradan yok olmuş uygarlıklara ait hikâyeler üretmek için kullanılabilir.
Plato’nun bir zamanlar Atlantik Okyanusu’nda bir kıtanın var olduğuna yönelik notları, kolayca ortadan kalkabilecek bir düşünce değil. Bugün Afrika kıyılarından Güney ve Kuzey Amerika açıklarına ve Avrupa kıyılarına kadar Atlantik Okyanusu’nda bulunan kara parçaları bu düşüncenin parçası olabilir. Ancak bu ada devletler ve kara parçaları büyüklük açısından dikkate alınacak bir özellik taşımadıkları gibi, bugüne dek üzerlerinde gelişmiş bir uygarlığın yaşadığına dair bir iz bulundurmuyorlar.
Bahama Adaları’nın açıklarındaki Bimini Adası’nda 1968 yılında keşfedilen insan yapımına benzeyen rıhtım, elde edilen tek modern bulgu. Ancak bazı bilim insanları bunun bile kayaların doğal düzeninden oluştuğunu öne sürüyor. Bermuda Şeytan üçgeni ise, pek destek görmeyecek bir teori olarak çok arkalarda kalıyor.