İrem Çağıl
İstanbul’dan Nepal’e gidip, sonra yeniden İstanbul’a döndüm.
Gözlerimde binbir türlü rengin kamaşması ve üstümde doğunun kokuları durduğundan mıdır bilmem, alıştığım düzene hemen geçemedim.
Bir süreliğine unutuverdiğim şehrimin ruhuna yeniden yaklaşmak için, kendimi sokaklara atınca, bildiğim mahallelerin daha az bildiğim arka sokakları, beni nasıl olduysa Masumiyet Müzesi’ne çıkardı.
Yeniden girdim kapısından aylar sonra, bir kez daha.
Sonra sonra masa başına yazmaya oturduğumda farkettim ki, onca dolaşmadan içimde kalan, nedense Orhan Pamuk’un müze kitabının ilk sayfasında alıntıladığı şu dizeler olmuş:
‘Bak, bu sessizlikteki şeyler,
Sanki en gizli sırlarını
Teslim edecek gibiler.’
Biliyor musunuz, İtalyan şair Eugenio Montale Nepal’e gitmiş olsa, bu dizeleri şöyle yazardı:
‘Bak bu şeyler,
Tozların, korna ve bando seslerinin,
Çöplerin ve sunak çiçeklerinin içinde yaşayıp giden şeyler,
Sanki hayatın şarkısını söyler gibiler.’
Nepal’de gündelik hayat böyle çünkü. Nesnelerin hükümdarlık sürdüğü diyarlara hiç benzemiyor.
Hani insanların yeni alacaklarını düşünerek ya da sahip olduklarına bakarak hayatlarını geçirdikleri, şeylerin masumiyetlerini kaybedip hiç doymaz canavarlara dönüştüğü bir dünya var ya. O mayayla yoğrulmamış bu ülke. Hemen farkediyorsunuz. Buralarda başka bir şeyler var ama ne?
Nepal’in şehirlerinde yürümek açık havada çırpılan çamaşırların, her köşe başındaki küçüklü büyüklü tapınaklardan yayılan çan ve zil seslerinin, kuş cıvıltılarının, süslü Hindu kadınların narin terliklerinden gelen tıkırların, kumaş hışırtılarının, sokağa açılan basit tezgahlarda pişen yemek cızırtılarının, motorlu motorsuz her çeşit aracın binbir melodili korna seslerinin kulağınıza dolması demek.
Her dükkan sahibinin sabahları işe başlamadan önce yakıp, mekanında ve sokağında şöyle bir dolaştırdığı tütsü dumanının peşinden giderken nehir kenarında yeni yakılmış insan eti ve kemiğinin kokusuna dalmak demek.
Meydanlarda oyunlar oynayan çıplak ayaklı çocuklardan sekip gelen yaşam enerjisinin aynısını, sırtında kilolarca yük taşıyan bir hamalın gözlerinde de bulmak demek.
Yemek yediğiniz bir ocaklı, iki masalı lokantanın hemen arkasında bir çöplük, o çöplükte de ayakları dibinden ayrılmayan çocuklarına yiyecek arayan anne domuzlar olduğunu görmek demek.
Doğanın ve insanların var ettiği her şey, her haliyle apaçık ortada burada. Bir delikten düşüp hayatın sanki tam merkezine varmak gibi.
Ama başlarda kafanız karışıyor, etrafınızda olup bitenler gözünüzü ya da vicdanınızı rahat ettirmiyor hazırdan.
Koşturmacalı, iş yetiştirmeli, para yettirmeli bir düzenden çıkıp gelmişseniz hele, akıp giden bu hayata ne kadar acayip, ne kadar pis, ne kadar fakir, ne kadar "düzenlenmemiş" diyorsunuz kolayca.
Sonra sonra, nasıl oluyorsa, belki yaşlıların ellerine bakmaktan, etrafta haşmetle yürüyen ineklerin yavaşlığından, evlerin penceresinden sokağı izleyen tavuklara gülmekten, kafanızı kaldırdığınızda bulutların arasından dünyanın en yüksek dağlarının zirvelerini görmekten belki, kendinizi ve öğrenmişliklerinizi bir süreliğine kenara koyabilecek bir yer açılmaya başlıyor içinizde.
O zaman anlıyorsunuz ki bu diyarın insanları hayatı düzenlememişler hakikaten, sadece olduğu gibi kabul etmişler. Dünyanın var ettiği, içine hayat dolan her şeyi sevmişler.
Modern yaşama dair şeylerse ya az ya da yok. Mesela elektrik.
Başkent Katmandu’da kesintilerle birlikte, gün içinde en fazla 10 saatlik elektrik oluyor.
Mao’cuların kralı devirmesiyle sonuçlan 20 senelik iç savaş sürecinde başkent Katmandu’ya köylerden yoğun bir göç olmuş.
Erkek çocuklarını orduya katmak istemeyen aileler, toprağa dayalı hayatlarını bırakıp şehre gelmişler. Bu yüzden şehir son yıllarda hızla büyümüş, sınırlarını aşmış, taşmış, kendine yeterliği azalmış. Küresel ekonominin yaratığı iş kolları da kente yeni yeni yamanmaya başlamış, karmaşayı arttırmış.
Batılı gözlere yokluk içinde görünse de, satın alabilme gücüne dayanan gelişmişlik sıralamalarında en altlarda oldukları yazsa da bu ülkede birbirlerinden memnun halde yaşayıp giden, evrene şükranlı cümleler gönderen, maddi şeylerle ya da onlara olunanlarla değil de, içsel alemlerinde kendi kendilerine yol aldıkça mutlu olan insanlar var.
Kutsal olan hayatın kendisi Nepal’de.
O yüzden buralarda hayat hem harikulade güzel, hem ziyadesiyle ağır.